6 Ekim 2017 Cuma

Yeni blog!

   Bir süredir düzensiz olarak kullandığım Teknolahmacun blogunu bırakmış bulunmaktayım. At Geeki adındaki blogdan düzensiz içeriklere devam edeceğim. Takipte kalın!

atgeeki.blogspot.com

6 Haziran 2017 Salı

Oyun Koleksiyonu: Prey


Kısa bir duyuru

   Evet uzun zamandır sitede yeni içerik görmüyorsunuz. Ve gelen yorumlara ve mesajlara bakarak ulaştığım sonuca göre çoğunuz "Hearthstone Legendary Kartlar" listesinin güncellenmesini bekliyorsunuz. Üzülerek (yoo) söylüyorum ki ben 2 yıl oynadıktan sonra Hearthstone'u bıraktım ve sitedeki tek yazar ben olduğum için bundan sonra hiç Hearthstone ile ilgili içerik göremeyeceğinizi şimdiden söyleyeyim. Blizzard oyuna gerçekten yeni ve heyecan verici bir şeyler getirmedikçe geri dönmeyi de düşünmüyorum. Eğer başka oyunlarla ilgili incelemeler ve listeler görmek istiyorsanız takipte kalın, yeni içerikler daha sık gelecek. Muhtemelen. Umarım. Neyse şimdi Prey'i incelemeye geçelim.

Bioshock ve Dishonored'ın çarpılmış çocuğu

    Evet, başlıktan da anlayabileceğiniz üzere Prey'i sevmedim! Halbuki oyun için gerçekten umutluydum. Çok çok sevdiğim oyunlar olan Dishonored ve Bioshock'a bayağı benziyordu çünkü. Ve Dishonored gibi bir şaheseri yapan Arkane Studios geliştiriyordu bu oyunu. Oyun çıktıktan sonra inceleme puanlarının fena olmadığını gördüm. Ama güvendiğim bazı kaynaklar oyunun çok iyi olduğunu söylediler. Ben de onlara güvenip aldım. Günde yaklaşık 5 saat oynayarak 3 günde bitirdim. Ve çok karışık duygular içerisindeyim. Normalde bu siteyi terk etmiş gibiydim ve yeni bir yazı yazmaya niyetim yoktu ama bu oyun hakkında düşüncelerimi bir şekilde aktarmam lazım ve en uygun yer burası o yüzden... başlıyoruz!


   Öncelikle hikaye ile başlayalım. Veya başlamayalım, çünkü ne dersem spoiler olur. Oyun Talos 1 adındaki bir uzay istasyonunda uyanan Morgan Yu adlı ana karakterimizin bu uzay istasyonunda ne olup bittiğini araştırmasını anlatıyor. Olabildiğince düz bir şekilde özetledim, çünkü hikayeyle ilgili bütün önemli detayları oyunu oynadıkça öğreniyorsunuz. Veya öğrenemiyorsunuz. Çünkü hikaye anlatımında Bioshock Infinite'de izlenen yönteme benzer bir yöntem izlenilmiş. Hiikayeyi temel hatlarıyla ana senaryodan öğreniyorsunuz ama diğer bütün önemli detaylar oyunun dünyasında saklı. Etrafa dağılmış ses kayıtlarında, karakterler arasında atılan e-maillerde, yan görevlerde falan. Yani sadece ana hikayeyi oynarsanız pek bir şey anlamanız mümkün değil. Çünkü zaten ana hikayenin çok büyük bir kısmı gerçekten bomboş geçiyor, hikaye anlamında hiçbir şey anlatmıyor. "Şunu yapmam için anahtar bulmam lazım, anahtarı bulmak için şu kapıyı açmam lazım, şu kapıyı açmam için şu karakterin dediğini yapmam lazım" gibi boş işlerle geçiyor hikaye. E ana görevler hikaye hakkında hiçbir merak uyandırmayınca insanın her yeri didik didik arayıp hikaye hakkında bilgi edinme gibi bir merak duygusu olmuyor, en azından benim olmadı.

   Şimdi oyunun hikayesini Bioshock Infinite ile karşılaştırarak derdimi anlatayım. Evet, Infinite'de de hikaye hakkında bir ton önemli detayı etraftaki ses kayıtlarından topluyordunuz. Ama en azından oyun hikaye odağını kuruyordu ana hikayesiyle. Detayları çevreden topluyordunuz, hikayenin kendisini değil. Peki Prey ne yapmış? Oynanış ve hikaye odağını kuramadığı için ikisini de batırmış. Ana hikaye merak uyandırıp daha fazlasını öğrenme isteği uyandırmıyor oyunda. Aksine ana hikaye o kadar başarısız ilerliyor ki oyun çareyi "hadi her yeri araştırıp hikayeyi kendiniz öğrenin" demekte buluyor. Şahsım adına konuşacak olursam ben 2 saat oynadıktan sonra o kadar baydım ki bu olaydan, hikayeyi zerre önemsemeyip oynanışa odaklandım. Oyunu oynadıktan sonra internetten açıp baştan sona okudum hikayeyi, ve gerçekten iyi bir hikaye olduğunu da itiraf etmem lazım. Ama böyle başarısız anlatılınca bir önemi kalmıyor.

   Hikaye konusunu kapatmadan önce karakterlere de değinmek istiyorum ama değinemiyorum çünkü bu oyunda doğru düzgün, akılda kalan hiçbir karakter yok. Oyun boyunca çok az insanla karşılaşmamız da kesinlikle bir bahane olamaz. Bioshock'un ilk oyununda da kimseyle karşılaşmıyorduk ama Andrew Ryan ve Atlas gibi efsane karakterlere sahipti.

Burası inanılmaz derecede Bioshock'un Rapture şehrini hatırlatmıyor mu ya?
   Evet, hikayeyi yeterince gömdüm, sıra oynanışta. Bu kısım uzun olacak galiba çünkü gömmem gereken ÇOK şey var. Öncelikle iyi olan şeylerden... ya da iyi olan tek şeyden başlayalım bari. Oyunun geçtiği mekanın (Talos 1 uzay istasyonu) genel tasarımı gerçekten başarılı. Bioshock'u gerçekten andırıyor, hatta bazı yerleri gerçekten Rapture'dan almışlar gibi duruyor. Talos 1 uzay istasyonu bir sürü farklı yerden oluşuyor ve genel atmosfer gerçekten başarılı ama dikkat edin, övdüğüm şey uzay istasyonunun genel tasarımı ve atmosferi. Bölüm tasarımına bakacaksak gerçek bir faciayla karşılaşıyoruz.

  Bunu Dishonored'ı yapan firmadan hiç beklemezdim aslında. Dishonored 2, bölüm tasarımı konusunda çıtayı Everest'e kadar yükseltmiş bir oyundu, özellikle Clockwork Mansion ve A Crack In The Slab bölümleriyle resmen "Ne yaptınız lan siz?!" dedirtiyordu. Peki ya Prey? Tam bir kaos hakim resmen her yere. Oyun sizi bir bölgeye bırakıyor ama her yer kapılarla, odalarla, küçük binalarla falan dolu. Tam bir labirent gibi. Birçok odaya giren kapı da kilitli oluyor ve kilidi açabilmek için bir yerden anahtar bulmanız lazım. Araştırabileceğiniz her yeri araştırıyorsunuz ama sürekli yeni şeyler keşfediyorsunuz ve her yerden yeni bir şeyler çıkmaya devam ediyor. Ama karakterinizi geliştirmeniz için HER YERİ araştırmanız ve kaynak bulmanız lazım çünkü oyundaki skill ağacını oluşturan neuromodlar gerçekten zor bulunuyor, ki ona sonra değineceğim. Böyle anlatınca güzel geliyor olabilir, oyunun içi çok dolu gibi. Ama bu olay bütün oyun boyunca devam ediyor. Her yeni bölüm bir işkenceye dönüşüyor gözlerinizin önünde çünkü bu oyunda etrafı araştırmak bir zevk değil, bir zahmet. En azından benim için tabii, öznel bir inceleme bu.

  Bu durum özellikle oyunun başlarını sizin için bir işkenceye dönüştürüyor. Oyuna alışmak gerçekten uzun sürüyor, yaklaşık 6-7 saat falan oynadıktan sonra en sonunda mekaniklere uyum sağlamaya başladığınızı hissediyorsunuz. Oyunun en zevkli anları da ortaları aslında. Mekaniklere alışmak ve daha fazlasını oynamak için heyecan duyuyorsunuz. Oyunun sonlarına geldiğimizde de daha fazlasının olmadığını, bütün oyun boyunca aynı işkenceyi çektiğimizi fark etmiş oluyoruz ve bitmesi için yalvarmaya başlıyorsunuz. Yani oyunun 15 saatlik hikayesini 5 saat şok, 5 saat eğlence, 5 saat işkence şekkinde özetleyebiliriz.


   Oynanış mekaniklerine dönelim. Evet, oyun bir FPS ama aksiyon dolu, önünüze geleni vura vura gittiğiniz bir oynanış beklemeyin. Daha çok RPG mekanikleri ağır basıyor oynanışta. Karakterinizi sürekli geliştirmeniz, yeni özellikler kazanmanız ve yeni özelliklerinizle çevreyle olan etkileşiminizi farklı yollardan geliştirmeniz gerekiyor. Yer yer hackleme özelliğini kullanarak işleri kolay yoldan hallediyorsunuz, yer yer tamir etme özelliğinizi kullanarak bazı yerlere erişebiliyorsunuz. Aslında oyunda çatışma sahneleri nispeten az. Oyundaki ana düşmanlarımız typhon adı verilen uzaylılar. Düşman çeşitliliği çok değil oyunda, mimic ve phantom adı verilen düşmanlar dışında diğer uzaylılarla pek karşılaşmıyorsunuz. Düşmanlarınızla savaşırken de karakterimizin Neuromod denen iğneler sayesinde kazandığı çeşitli özel güçleri kullanmanız ve çevre etkileşiminden yararlanmanız gerekiyor. ŞAKA! Tabancayı veya ingiliz anahtarını çekip kafasına kafasına vuruyorsunuz işte, en kolay yol bu oluyor genelde. Hatta oyunda bir makineli tüfeğimiz olsaydı ne kadar kolay olurdu düşünemiyorum bile. Ama oyunda ilginç silah tasarımları da yok değil. Mesela GLOO Cannon denen silah oldukça işe yarıyor. Etrafa yapışan köpükler atmamızı sağlayan bu silahla gerektiğinde yaratıkları donduruyoruz, gerektiğinde de çevreye tırmanmak için merdivenler oluşturuyoruz. Yalnız GLOO Cannon kullanarak etrafa tırmanma özelliğiyle bir yere ulaşmak o kadar zorlama geliyor ki, sanki oyunda olmaması gereken bir hata gibi sanki (kısaca bug...) Yani nerede Portal Gun, nerede GLOO Cannon...

   Özel güçlerden bahsetmişken, o konuya değinelim bir de. Oyunda bir yetenek ağacımız var. Yetenek ağacında kullanmak için gereken puanları da Neuromod denen iğneleri etraftan toplayarak elde ediyoruz. Bu yetenek ağacında özel güçler kazanabiliyoruz veya karakterimizin özelliklerini geliştirebiliyoruz. İkisine aynı anda odaklanamıyorsunuz çünkü bu Neuromod denen şeyleri bulmak gerçekten zor. Yani ne gerek var böyle fantezilere? Karakteri geliştirmenin bu kadar zor olması oyuna kesinlikle zorluk katmıyor çünkü. Sadece sıkıcılaştırıyor oyunu.

   Karakterimizin bazı özel güçleri de olabiliyor evet. Ama bunlar tamamen yaratıcılıktan yoksun şeyler. Koruma alanı oluşturma, belli bir alana hasar verme gibi. Bu yaptığınız şey yıllardır Call of Duty gibi basit FPS oyunlarında var sayın Arkane Studios, ona "el bombası" ve "kalkan" diyoruz biz. Bazı yaratıcı fikirler de yok değil şimdi. Mesela mimic matter ile bazı objelerin yerine geçebiliyoruz. Ama bu özelliği kullanmak oldukça gereksiz hissettiriyor ve kısa süre sonra sıkıyor. Dishonored'ı yapan firmasınız siz be Arkane Studios. Dishonored 2'deki domino özelliği mesela, ne kadar yaratıcı ne kadar harika bir fikirdi. Bu oyunda neden böyle oldu?

   Oynanışı baltalayan bir diğer etmen ise YÜKLEME EKRANLARI. Oyunu PS4'de oynadım, eminim PC'de daha iyidir durum ama gerçekten yükleme ekranları çekilecek gibi değil. Bir bölgeden diğerine geçerken giren yükleme ekranları o kadar uzun sürüyor ki, sık sık mekan değiştirmeniz gereken bölümlerde mesela 45 dakika oyun oynuyorsanız 5-10 dakikası falan yükleme ekranlarına bakarak geçiyor. Net bir şekilde ölçmedim, çünkü sıkıntıdan artık oyunu takmıyor ve telefonumla ilgileniyordum o sıralar.

   Galiba oynanışı da yeterince gömdüm. Son olarak grafikler kaldı. Grafikleri de gömmeyeceğim. Ama övülecek bir şeyi de yok. Güzel görünüyor işte. Hoş yani. Çok bahsetmeye değmez.

   Evet sonuç kısmına geldik. Prey aslında güzel bir fikir içeriyor. Oynanış mekanikleri, hikayesi falan aslında çok güzel olabilecek bir potansiyele sahip. Ama o kadar başarısız aktarılmış ki, neresinden tutsam elimde kalıyor. Peki Prey'i almalı mısınız? Dishonored, Bioshock, System Shock gibi oyunları seviyorsanız, bilim kurgu konseptine ilgi duyuyorsanız, etrafı bol bol araştırmanız gereken oyunlar size ilginç geliyorsa, aktarılışı kötü olsa da güzel bir hikaye istiyorum diyorsanız, bu oyuna (özellikle indirime falan girdiğinde) bir şans verebilirsiniz. Ha bu dediklerim PC oyuncusu iseniz. Konsolda oynayacaksanız çok çok çok ucuzlamadığı sürece almayın. Yükleme ekranları hiç çekilecek gibi değil valla...

Artılar:

  • Hikayesi gayet güzel.
  • Çevre tasarımı, atmosfer çok iyi.
  • Oynanışa alıştıktan sonra eğlenceli olabiliyor.
Eksiler:
  • Hikaye iyi dedik ama anlatılışı çok kötü o yüzden onun da bir önemi kalmıyor...
  • Bölüm tasarımı rezalet.
  • Yetenek ağacında gelişmek tam bir işkence.
  • Oyuna alışmak gereğinden fazla uzun sürüyor.
  • Özel güçler ilgi çekici değil.
  • Yükleme ekranları aşırı uzun.
  • İlgi çekici hiçbir karakter yok.

PUAN: 65

1 Şubat 2017 Çarşamba

Oyun Koleksiyonu: The Stanley Parable


Stanley'in bir macerası

   The Stanley Parable... Bir inceleme yapmak için seçilebilecek en zor oyunlardan birisi. Çünkü oyunu oynadıktan sonra bile ne olduğuna net bir cevap veremiyorsunuz. Yani açıklaması, anlatması neredeyse imkansız bir oyun. O yüzden benim yapmaya çalışacağım şey olabildiğince spoiler vermeden sizi oyunu almaya ve kendiniz denemeye ikna etmeye çalışmak olacak. Hadi başlayalım!

   Oyun, karizmatik sesli bir anlatıcının bize hikayeyi anlatmasıyla başlıyor. Artık bu anlatıcı oyunun yapımcısı mıdır, iç ses midir nedir kendiniz yorumlayın (ki bana göre oyunun yapımcısını temsil ediyor). Bütün oyun boyunca bizi yönlendiren ve bizimle konuşan, aslında bu oyunu oluşturan en temel öge bu anlatıcı. Neyse, karizmatik sesli anlatıcı abimiz bize hikayeyi anlatıyor:

   Stanley, bir ofis çalışanıdır. İşi ise bütün gün boyunca odasında oturup bilgisayarına gelen komutlara göre sırayla klavyesindeki tuşlara basmaktır. Stanley, uzun yıllardır ofis odasında bilgisayarındaki tuşlara basmaktan ibaret bir hayat yaşamaktadır ve mutludur. Ancak bir gün bilgisayarına hiçbir komut gelmez. Saatlerce bilgisayarının başında hareketsiz bekleyen Stanley şok olmuştur, hayatında böyle bir değişikliğe hazır değildir. Bir süre sonra Stanley odasından çıkmaya karar verir ve bütün iş arkadaşlarının ortadan kaybolduğunu fark eder. Stanley, burada neler döndüğünü öğrenmek için etrafı araştırmaya karar verir.


   İşte oyun böyle başlıyor. Bu noktadan sonra anlatıcı sesin bize anlattıklarını takip ederek Stanley'in hikayesini yaşıyoruz. Veya takip etmeyerek... Durun size kendimden örnek vererek açıklayayım durumu. Oyunu ilk oynayışımda bir süre dümdüz ilerledikten sonra yan yana iki tane kapının bulunduğu bir odaya girdim. Anlatıcı ses "Stanley, soldaki kapıdan girerek yoluna devam etti." dedi. Ben de "Hey, ben niye seni dinleyeyim ki?" diye düşündüm ve sağdaki kapıdan yürüdüm. Anlatıcı bu hareketim hakkında komik bir yorum yaptı ve güldüm. Sonra anlatıcı "Arkadaşlarını aramaya devam etmek isteyen Stanley, karşısına çıkan ilk kapıdan girerek doğru yola geri döndü." diye devam etti. Ben de inadına o kapıdan girmeyerek ilerledim ve başka bir kapıdan girdim. Anlatıcı "Basit emirleri takip etmeyi bu kadar beceremeyen Stanley bunca yıldır işten nasıl atılmadı hala bilinmiyor." dedi ve ben yine güldüm. Sonra bu odada karşıma bir asansör gibi mekanizma çıktı. Ben de asansör gibi mekanizmadan aşağı atladım ve öldüm. Anlatıcı "Aferin Stanley, kendi kararlarını verebilecek kadar güçlüymüşsün. Herkes senin bu güçlü kişiliğini takdir ediyor." diyerek benimle dalga geçti ve ben daha sesli bir şekilde gülmeye başladım. Sonra otomatik olarak oyunun en başına geri döndüm. Acaba anlatıcının dediklerini dinleseydim nasıl bir sonla karşılaşacaktım? Veya asansörden atlamayıp asansörün götürdüğü yere gitseydim?

İkinci oynayışımda anlatıcıyı takip etmeye karar verdim. Anlatıcının dediği her şeyi yaptım ve hikaye ilginç bir yöne doğru kaydı. En sonunda ofisten çıkış yolunu buldum ve kaçtım. Artık özgürdüm. İstediğim her şeyi yapabilirdim. Ama bir dakika... Bu nasıl özgürlük? Anlatıcının dediği her şeyi yaptıysam, bu özgürlük olmaz ki? Kendi kararlarımı vermemiştim, sadece anlatıcının senaryosunu takip etmiştim. Ayrıca iş arkadaşlarımın nereye gittiğini öğrenememiştim. Peki ya anlatıcının dediği her şeyi yapmasaydım? Ya (resimde görebileceğiniz gibi) düz yoldan gitmeseydim de "ÇIKIŞ" yazan yoldan gitseydim? Peki ya anlatıcı bana belli bir yerde "KAPAT" yazan butona basmamı söylediğinde "AÇ" yazan butona bassaydım? Ya hikayenin en başında soldaki kapıdan değil de sağdaki kapıdan gidip asansörün götürdüğü yere gitseydim? Aslında asansörün götürdüğü yerin altında bir kapısı olan bir platform vardı. Havadayken oraya atlasaydım, o kapıdan geçseydim nelerle karşılaşırdım?

   İşte The Stanley Parable oyununun tüm olayı bu. Farklı seçimler yaparak hikayeyi farklı şekillerde yönlendirmek. Oyunun yanılmıyorsam toplamda 19 tane sonu var ve ben (biraz da internetten yönlendirmelere bakarak) hemen hemen hepsini görebildim. Ve bu 2 saat sürdü. Yani anlayacağınız, oyunu her şeyiyle deneyim etmek bile maalesef çok kısa sürüyor. Ama önemli olan bu kısa sürede oyunun size yaşattığı deneyim.


   Oyunun çok ilginç bir mizah anlayışı var ve sık sık güldürmeyi başarıyor. Benim en sevdiğim son ise internette "Games Ending" diye geçen. Spoiler vermeden anlatmak gerekirse, belli başlı şeyleri yaptıktan sonra anlatıcımız üzülüyor ve "Madem benim yaptığım oyundan (Stanley Parable'ın kendisinden bahsediyor) bu kadar nefret ediyorsun, o zaman sana oynayacak başka oyun bulurum" diyor ve sizi Minecraft evrenine gönderiyor. Bildiğimiz Minecraft'ı oynamaya başlıyoruz. Sonra anlatıcı elmas bulmak için bizi madenlere gönderiyor ama sonra madenler çok karanlık olduğu için oyun değiştirmeye karar veriyor ve bu sefer de Portal evrenine giriyoruz. Mesela oyunun başka sonlarından birinde de öyle saçma yollara sapıyoruz ki anlatıcının kafası karışıyor ve bizi doğru düzgün yönlendiremiyor. Bir süre sonra her şey inanılmaz karışıyor ve oyun çok saçma bir hal alıyor. Başka sonlardan birinde de bütün ofisin patlamasına sebep olabiliyoruz.

   Yani anlatmak istediğimi anlatmayı başardım galiba. Şimdi daha sıkıcı, teknik özelliklere dönelim. Oyunun grafikleri 2013 yılında çıkmış olmasına rağmen eski görünüyor ama gözü rahatsız edecek kadar değil. Yani oyun boyunca hiç karakter modellemesi falan görmüyoruz sonuçta, sürekli ofisi dolaşıyoruz. Hatta grafikler eski olmasına rağmen oyunun atmosferiyle uyumlu olduğu için güzel bile görünüyor. Ne bileyim, bu oyuna günümüzdeki "muhteşem gerçekçi" grafikler yakışmazdı yani. Aynı atmosferi veremezdi.

   Ve gelelim incelemenin sonuna! Bu oyunu almalı mısınız? Aksiyon dolu bir oyun arıyorsanız, önünüze geleni öldürmek istiyorsanız sakın ha bu oyunu almayın. Ben sizi 2016 yılında çıkan Doom'a yönlendireyim, o da çok güzel bir oyundur. Onun dışında bu oyunu oynamamanız için geçerli bir sebep göremiyorum. Hatta oyunun Türkçe dil desteği bile var. 2 buçuk saat civarında tamamen deneyim edebileceğiniz bir oyun için fiyatı fazla olabilir ama Steam'de yaz indirimi, kış indirimi gibi indirimlerde fiyatı çok çok büyük miktarda düşüyor. O zaman mutlaka alın. Alın lan bu oyunu! Oynayın işte!

Artılar:
+ Her şeyiyle harika bir deneyim

Eksiler:
- Ama çok kısa sürüyor...
- Cidden... çok kısa...

Puan: 84

15 Aralık 2016 Perşembe

Neler Oluyor?

Merhabalar Teknolahmacun okuyucuları! Uzun zamandır bloga yeni içerik gelmiyor, farkındayım evet. Açıkçası şu sıralar blogda uzun uzun yazılar yazacak vaktim olmuyor, temel sebebi o. Siz buna "tembellik" de diyebilirsiniz elbette. Ama en kısa zamanda yeni içeriklerle geri döneceğiz. Battlefield 1 için önceden yarısını tamamladığım bir inceleme taslağı var, onu bitirip yayınlamayı planlıyorum. Ayrıca Dishonored 2 için de bir inceleme yazmayı planlıyorum.

Ama asıl en merak ettiğiniz konuya gelecek olursak: Hearthstone legendary listesinde yeni kartlar nerede kaldı? Bunun sebebi daha çok daha kaliteli içerik sunma isteği. Gadgetzan çıktıktan sonra bir süre metayı takip edip hangi kartlar iyi, hangi kartlar kötü yeterince araştırmak ve puanlamada hatalar yapmamak istedim. Yakın zamanda büyük bir güncellemeyle Karazhan ve Gadgetzan kartlarını ekleyeceğim ve diğer birçok Standart mod kartlarını güncelleyeceğim.

Şimdilik takipte kalın!

29 Ağustos 2016 Pazartesi

Oyun Koleksiyonu: LIMBO


Kız kardeşinin kaderini araştıran bir çocuk, kendini Limbo'da bulur...

   Limbo hakkında bildiğimiz tek şey de bu aslında. Hatta ben internetten oyunun resmi açıklamasına bakmadan önce bunu bile bilmiyordum... Oyunu açıp, Yeni Oyun seçeneğine tıkladığımızda hiçbir açıklama, hiçbir yardım eli, hiçbir arayüz olmadan direkt kendimizi Limbo'da uyanan bir çocuk olarak buluyoruz. İlerleyip başımıza gelecekleri görmekten başka bir çaremiz de kalmıyor.

  Bu oyunun başlarına özgü bir şey değil, bütün oyun boyunca her şey böyle. Ne bir can barı, ne bir harita ikonu, ne de başka bir şey. Her şey oldukça basit. Bir çocuk, ve etrafındaki dünya sadece. Oyunun kontrol şeması bile oldukça basit. Oyunun bütün kontrol şeması yürüme, zıplama ve bir şeye tutunma tuşlarından ibaret. Yani oyun oldukça basit, değil mi? HAYIR!

  Öncelikle oyunun dünyasından, yani Limbo'dan bahsedelim. Açıkçası oyunun en öne çıkan ve en başarılı özelliği dünyası ve atmosferi. Bu Limbo, resimlerden anlayabileceğiniz gibi çok karanlık ve iç karartıcı bir ortam. Ki oyuna başlar başlamaz bu hissi alabiliyorsunuz. Limbo'daki HER ŞEY sizi öldürmeye çalışıyor ve oyun size bu tehlike hissini çok iyi veriyor.


   Oyuna başladığımızda karanlık, iç karartıcı, her yerinden kasvet ve gereğinden fazla büyük yaratıklar fırlayan bir ormandayız. Ama ilerledikçe apartmanların falan olduğu daha kentsel bir bölgeye gidiyoruz. Hatta oyunun sonlarında devasa bir fabrikanın içi gibi bir yerdeyiz, her yerde dişliler, makineler... Ama iç karartıcı atmosfer her zaman devam ediyor.

   Oynanışa geri dönecek olursak, oyunun oynanış yapısı dediğim gibi oldukça basit ama oyun kesinlikle kolay değil. Oyunda temel olarak yaptığımız şey karşımıza çıkan bulmacaları çöze çöze ilerlemek. Bulmacalar ne kadar zor derseniz... Zorlar evet... Ben bulmaca üzerinden ilerleyen oyunları pek sevmem (ki yine de Valiant Hearts ve Portal 2'yi çok seviyorum evet...) o yüzden pek bulmaca oyunu oynamam ama bulmaca çözme yeteneğim kötü sayılmaz. Ama Limbo'da... Limbo'da bulmacalar gerçekten çok zorlayabiliyor. Ki böyle durumlarda ben hiç sabredemeyip youtube'dan nasıl geçildiğine baktım.

   Bulmacaların yapısı da genel olarak birbirine benziyor. Genelde etrafta etkileşime geçilebilecek bir grup şey var ve siz onlarla doğru sırayla etkileşime geçerek deneme-yanılma yöntemiyle çözüme ulaşmaya çalışıyorsunuz. Oyunun zorluğunu sağlayan şeylerden biri de bu aslında, bol bol ölmek. Oyunda sık sık bir şeyler sizi öldürüyor ve siz de bir sonraki denemenizde tedbir alıp ölmeden orayı geçmeye çalışıyorsunuz. Ama şunu da söylemeliyim ki, ölüm animasyonları gerçekten rahatsız edici. Küçük bir çocuğun bütün organlarının parçalandığını görmek insanı... nasıl desem... rahatsız ediyor işte.


   Oynanış ve atmosferden yeterince bahsettiğimi düşünerek diğer konulara geçmek istiyorum. Öncelikle bu oyunda bir hikaye vardı değil mi? Hani yazının başında kız kardeşini bulmaya çalışan bir çocuk falan diyorduk. Yani, aslında oyunun bir hikayesi yok ya... Cidden. Oyuna başladığımızda küçük bir çocuğuz, ne olduğu hakkında fikrimiz yok. Devam ediyoruz, etrafta gördüklerimize anlam vermeye çalışıyoruz, yine ne olup bittiğini bilmiyoruz... Oyun bitiyor, yine "Bu neydi şimdi" diye kalıyoruz. Açıkçası oyunun hikayesinin ne olduğunu açıklayan tek şey ismi. Limbo, araf demek. Yani oyunun belli bir hikayesi yok aslında, sadece oyunun ismiyle ve oyunun sonunda gördüğümüz şey ile ne olup bittiğine kendi kafamızda anlam vermeye çalışıyoruz. Ki zaten oyunda bir diyalog, bir konuşma falan da yok. Açıkçası ben böyle şeyleri sevmem. Oyunun kendi hikayesini anlatmasını tercih ederdim.

  Grafiklere gelecek olursak, oyun açıkça göreceğimiz üzere oldukça karanlık bir temaya sahip. Oyun boyunca sadece siyah ve tonlarını görüyoruz. Ve dürüst bir şekilde söyleyebilirim ki, oyunun görselliği gerçekten atmosferini çok iyi yansıtıyor. Çevre dizaynı, karakter modellemeleri, her şey oldukça basit ama güzel görünüyor. Aman diyim bu oyunu mutluyken oynamayın, yok yere içiniz kararmasın.

  Hareket animasyonları falan da oldukça güzel ve akıcı. Ses ve müziklere gelecek olursak, yani evet çevrenin sesleri falan da oyunun iç karartan atmosferini oldukça başarılı bir şekilde gösteriyor. Özellikle yağmur sesleri falan, güzel yani her şey. Ha şundan da bahsetmeliyim ki oyun sadece 4-5 saat falan sürüyor. Oynanış süresi maalesef kısa yani. Oyunu almadan önce bunu da göz önünde bulundurun.

  Yani işte, düşüncelerimi aktarmayı başardım sanırım. Oyun hikaye ve oynanış dışındaki her alanda çok başarılı ama iyi bir oynanışa ve hikayeye sahip bir platform oyunu arıyorsanız LIMBO'dan daha iyi seçenekler kesinlikle var. En basitinden size Valiant Hearts'ı veya Child of Light'ı önerebilirim. Hem de oynanış süreleri LIMBO'dan çok daha uzun. Son kez özetlemek gerekirse, LIMBO çok başarılı bir atmosfere ve çevre dizaynına sahip ama oynanışı fazla basit, süresi çok kısa ve düzgün bir hikayeye de sahip değil. Yani kendinizi LIMBO'nun karanlık atmosferine kaptırıp birkaç saat geçirmek istiyorsanız bu oyunu kesinlikle öneririm ama sağlam bir hikaye ve oynanış arıyorsanız büyük beklentiye kapılmasanız iyi olur.

Artılar:
+ Atmosfer, grafikler ve çevre tasarımı çok iyi.
+ Her an ölüm tehlikesinde olduğumuz oynanış yapısı gayet iyi ve atmosferi güçlendiriyor.

Eksiler:
- ...ama yine de oynanış bence fazla basit ve tekdüze.
- Doğru düzgün bir hikaye yok.
- Fazla kısa.

Puan: 77

Not: Bu oyunu sevdiyseniz aynı yapımcıların çıkardığı Inside oyununa da göz atmanızı öneririm.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Hearthstone: One Night In Karazhan Kart Incelemeleri -SON BÖLÜM


Duyurulan kartların sonuna geldik! Şimdiye kadar okuduğunuz için hepinize teşekkürler. Diğer bölümlere göz atmayı unutmayın! 

PUANLAMA SİSTEMİ:

5 tane : Çok büyük ihtimalle birçok destede kullanılacak, muhteşem bir kart.
4 tane : Büyük potansiyeli olan, muhtemelen birçok destede kullanılacak iyi bir kart.
3 tane : Ortalama bir kart ama metaya göre daha iyi olabilir.
2 tane : Ortalamanın altında. Yine de belki kullanılabilir.
1 tane : Kötü bir kart. Muhtemelen asla kullanılmaz.
0 tane : Düşünmeyin bile...

Priest of the Feast

Her spell kullandığında kahramanına 3 can yenile.

Ya kart görünüşte iyi falan da Priest sınıfının (Priest adını unutmuş olabilirsiniz, hatırlatayım, oyunun açık ara en kötü sınıfı) buna mı ihtiyacı vardı Blizzard? Ne yapıyorsun sen? Priest'in sahip olduğu TEK şey 4 manalı minyonlar. Hani zaten sahip oldukları şeyden daha fazla vermek yerine sahip OLMADIKLARI bir çok şeyden biraz versen Priest'lere Blizzard? Amaaan neyse, ortalama bir kart işte. Arenada da gayet güzel, 4 mana 3/6 iyidir.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Deadly Fork

Deathrattle: Eline 3/2 silah ekle (silah da 3 mana).

Uzun uzun yazmaya gerek yok, olmamış bu kart. Bulunduğumuz meta için fazla yavaş. Sevmedim. Arenada iyi görünüyor ama. 

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Onyx Bishop

Battlecry: Bu oyun sırasında ölmüş herhangi bir dost minyonu geri çağır.

Basitçe üstüne Resurrect eklenmiş bir Spider Tank. Fena bir kart değil ama yine söylüyorum, Priest'in ihtiyacı olan kart bu değildi...

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Menagerie Warden

Battlecry: Sahandaki bir Beast'i seç. Onun bir kopyasını çağır.

Muhtemelen hepimiz anlaşabiliriz ki bu kart Karazhan'ın en iyi kartlarından biri. Eğer bu kart da Beast Druid deste tipini iyi yapamazsa oyundaki hiçbir kartın yapabileceğini sanmıyorum artık. Gerçekten acayip yüksek bir potansiyeli var bu kartın. Örneğin 5. tur Stranglethorn Tiger atıp 6. tur bu kartı atmanın ne kadar muhteşem olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Arenada ise yine güzel bir kart çünkü Druid arenası yapıyorsanız çok büyük ihtimalle yeterli miktarda Beast'iniz olacaktır.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Ironforge Portal

4 Armor kazan. Rastgele bir 4 manalı minyon çağır.

Shieldmaiden'a görünüşte benzeyen bir kart. Ama maalesef Shieldmaiden kadar iyi değil. Hatta bu kart iyi bile değil. Sebebi ise kontrol destelerinde oynanmak için pek güvenilir bir kart olmaması. Bu yüzden Shield Block'un bile gölgesinde kalıyor bu kart... Arenada da belki, birazcık daha iyi olabilir.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Moat Lurker

Battlecry: Bir minyonu yok et. Deathrattle: O minyonu geri çağır.

Daha çok tek başına işe yaramayan, başka kartlarla kombo yapıldığında çok iyi olabilecek bir kart. Ama 6 manalık bir kart olduğu için başka kartlarla kombo yapmak biraz zor. Potansiyeli var ama çok umutlu değilim. Arenada ise... kötü.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Violet Illusionist

Senin turunda kahramanın hasar alamaz.

Bu kart direkt Warrior kartı olsaydı ya... Fool's Bane ile çok sağlam sinerjisi var, hatta bütün silahlarla sinerjisi var, kahramanınızı Fatigue'den koruyor. Ne güzel bir kart değil mi! Ondan emin olamıyorum işte. Bir kontrol destesine 3 mana 4/3 koymak kötü bir fikir. Kartın özelliği bu açığı kapatabilir mi? Emin değilim. Muhtemelen birçok kontrol warrior destesinde denenecek ama işe yaramadığı farkedilecektir. Arenada ise genellikle sadece bir 3 mana 4/3, o da kötü sayılmaz.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Menagerie Magician

Battlecry: Sahandaki bir Beast'e, bir Dragon'a ve bir Murloc'a +2/+2 ver.

Zoobot'a ne yazdıysam aynısı işte... İncelemenin üçüncü bölümüne gidip Zoobot kartını okuyun, aynı düşncelere sahibim bu kartla da. Bir fark var ki, bu arenada daha kötü...

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Purify

Kendi minyonunu silence'la. Bir kart çek.

Cidden mi Blizzard... Cidden mi... Bir şey demek istemiyorum...

Ranked Puanı:
0 PUAN!
Arena Puanı:
(Bu kart arenada olmayacakmış.)

Sen ne yaptığının farkında mısın Blizzard?

Runic Egg

Deathrattle: Bir kart çek.

Bu kartta pek bir potansiyel göremiyorum. Hayır, siz sormadan söyleyim, Zoo'da kullanılacağını hiç sanmam. Çünkü Zoo destesi zaten Hero Power'ıyla kart çekiyor. Arenada ise... bayağı kötü be...

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Arcanosmith

Battlecry: Taunt'lu 0/5 minyon çağır.

Ve son kartımız! Bu kart..... meh. Kötü gibi. Artık her destede saha temizleme kartları olduğunu düşünürsek bu kartın bir işe yarayacağını cidden pek sanmıyorum. Üzgünüm...

Ranked Puanı:
Arena Puanı:



Ve böylece bütün kartlar bitti, incelemenin sonuna geldik! Unutmayın ki ben profesyonel bir Hearthstone oyuncusu değilim ama bu kartları incelerken profesyonel oyuncuların görüşlerine de baktım. Bazı kartlarda korkunç yanılıyor olabilirim. 5 verdiğim Curator hiç kullanılmayabilir. 3 verdiğim Barnes çok iyi çıkabilir. Dediğim gibi bunlar sadece benim görüşlerim. Kartların nasıl olacağını yakın zamanda göreceğiz. Diğer bölümleri okumadıysanız onları da okumanızı tavsiye ederim. Bir sonraki yazımıza kadar hoşçakalın!