29 Temmuz 2016 Cuma

Hearthstone: One Night In Karazhan Kart Incelemeleri! -BÖLÜM 1


Ve Hearthstone'un yeni adventure modu One Night In Karazhan (kısaca Karazhan diyelim) duyuruldu! Şimdilik adventure ile ilgili 7 tane kart var elimizde. Bana da bu kartları incelemek düşer. Ama uyarmak istiyorum, adventure daha çıkmadığı için kartların ne kadar iyi olacağı hakkında bir fikrimiz yok. Şimdilik sadece tahmin yürütme aşamasındayız. Adventure çıktığında tüm kartlara tekrar inceleme yapmasam da Legendary kartların tekrar incelemesini yaparım muhtemelen. Şimdilik iyi okumalar, yeni kartlar duyuruldukça paylaşılacaktır! 

PUANLAMA SİSTEMİ:

5 tane : Çok büyük ihtimalle birçok destede kullanılacak, muhteşem bir kart.
4 tane : Büyük potansiyeli olan, muhtemelen birçok destede kullanılacak iyi bir kart.
3 tane : Ortalama bir kart ama metaya göre daha iyi olabilir.
2 tane : Ortalamanın altında. Yine de belki kullanılabilir.
1 tane : Kötü bir kart. Muhtemelen asla kullanılmaz.
0 tane : Düşünmeyin bile...


Ivory Knight

Battlecry: Bir spell keşfet. O spellin mana değeri kadar kahramanına can yenile.

İlk bakışta kart çok iyi görünse de Paladin sınıfının bu karta ihtiyacı var mıydı, bu kart gerçekten kullanılır mı şüpheliyim. Old Gods güncellemesiyle zaten Paladin'e Forbidden Healing ve Ragnaros, Lightlord gibi çok iyi can yenileme kartları geldi. Şu an Paladin'in daha fazla can yenileme kartına ihtiyacı yok. Aynı zamanda Paladin spellerinin çoğu düşük mana olduğu için bu kart o kadar da iyi olmayabilir. Ayrıca zaten kontrol Paladin destelerinin 6. tur oynayabileceği Cairne, Sylvanas gibi çok iyi kartları var. Ama yine de kart çok güçlü ve yüksek bir potansiyelinin olduğunu düşünüyorum. Arenada ise, çok parlak bir kart değil. Arenada can yenilemeye ihtiyacınız pek olmaz.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Kindly Grandmother

Deathrattle: 3/2 Big Bad Wolf çağır.

Hem bu minyonun hem de çağrılan minyonun Beast olduğu düşünülürse iyi olabilir. Ama Haunted Creeper'ın yerini dolduracağını düşünmüyorum. Çünkü bu minyon ölünce 3/2 minyon kazansanız bile 2. tur 1/1 minyon oynamak büyük bir tempo kaybı. Yine de hem arena hem de ranked için potansiyeli olan bir kart.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Barnes

Battlecry: Destendeki rastgele bir minyonun 1/1 kopyasını çağır.

Bu karta pek bayılmadım açıkçası. Evet Malygos, Ysera, Tirion Fordring gibi minyonlardan birini çağırırsa çok iyi falan ama buna ne kadar güvenebilirsiniz? Yani bu saydığım minyonlar genellikle destenizde azınlıkta oluyor. O yüzden bu kartı oynadığınızda çoğu zaman hiçbir şey yapmayan 1/1 minyondan fazlası gelmeyecek ki bu pek iyi değil. Yine de belli başlı destelerde potansiyeli olabilir o yüzden kötü puan vermeyeceğim. Arenada ise genelde Ragnaros gibi kartlarınız olmadığından bu kart çok iyi değil.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

The Curator

Battlecry: Destenden bir Beast, bir Dragon, bir de Murloc kartı çek.

Bu karta bayıldım ben! 7 mana 4/6 oynayıp de 3 kart çekmek inanılmaz bir şey! Hadi 3 kart değil de 2 kart çekseniz bile yine iyi. Özellikle Reno destelerinde çok iyi olacağını düşünüyorum bu kartın. Birçok insanın şikayet ettiği şey "Bu kart için desteye 3 tane kötü kart koymaya değmez" oluyor. Neden koyacağınız kartlar kötü olsun ki? Dragon diyorsak oyunda bir sürü çok güzel Dragon kartı var. Beast kısmına gelirsek midrange destesi oynuyorsanız Stampeding Kodo koyabilirsiniz. Veya Hunter-Druid oynuyorsanız yine bir ton harika Beast var. Murloc konusuna gelirsek... o biraz sıkıntı ama Murloc koymasanız da bu kart iyidir. Çok lazımsa Sir Finley koyulabilir yine de. Ha ama arenaya gelecek olursak... arenada bu kart kötü diyebiliriz. Basitçe bu kart arenada çalışmaz. Her neyse bu karta direkt 5 veriyorum. Hiç kullanılmazsa gerçekten şaşırırım yani...

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Ethereal Peddler

Battlecry: Elindeki başka sınıflara ait olan kartların mana değerini (2) mana indir.

Çok "eğlence amaçlı" bir kart aslında. Hiç pratik değil. Bu kartın kesinlikle iyi olduğunu düşünmüyorum. Ama elbette bir grup eğlence amaçlı destede kullanılacaktır. Arenada ise Pit Fighter'ın tasarımı daha havalı halinden başka bir şey değil. Ve arenada Pit Fighter çok iyi bir kart...

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Enchanted Raven

Gördüğünüz üzere kartın bir özelliği yok. Dümdüz 1 mana 2/2 ve Beast. Yine de bu kart gayet iyi bence. Ranked moda bakarsak... yani Living Roots kartından biraz daha kötü ama beast sinerjisi var. En kötü ne olabilir ki ya, 1 mana 2/2 minyon işte, gayet iyi. Ranked modda kullanılacağını düşünüyorum bu kartın. Arenada da çok iyi hatta bu...

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

Firelands Portal

Bir hedefe 5 hasar ver. Rastgele bir 5 manalık minyon çağır.

Bayağı güzel görünüyor. Çok iyi bir kart aslında. Ama sorun şu ki rankedda Mage'in zaten 7. tur için Archmage Antonidas, Flamestrike gibi çok iyi kartları var, buna gerek olmayabilir. Yine de iyi bence. Arenada ise şüphesiz çok çok iyi. Fazla söze gerek yok.

Ranked Puanı:
Arena Puanı:

10 Temmuz 2016 Pazar

Oyun Koleksiyonu: Papers, Please


Glory to Arstotzka!

   Arstotzka'ya, dünyanın en güzel ülkesine hoşgeldiniz! Bu yazıda, Arstotzka gibi mükemmel bir ülkenin sınır kapısında çalışan bir denetçiyi kontrol ettiğimiz "Papers, Please" adındaki oyunu inceliyoruz.
   Arstotzka, var olan en muhteşem ülke olduğu için ülkeye her isteyen giremiyor. Bu mükemmel ülkeye girebilmek için pasaport, kimlik kartı, aşı belgesi, geçiş izni ve eğer çalışmak için geldiyseniz ekstradan bir belge lazım. Bu belgelerde herhangi bir uyuşmazlık olursa bu ülkeye asla giremezsiniz, hatta tutuklanabilirsiniz bile! Çünkü sınır kapısındaki denetçilerimiz asla rüşvet almaz, ailesine iyi bakar, ülkesine asla ihanet etmez, işini dikkatle yapar ve ülkesine gurur kaynağı olur.
   Denetçilerimiz işlerine o kadar bağlılardır ki çocukları ölse bile bir sonraki gün işe gelirler (kesinlikle gelmezlerse işten atılacaklarından ve ölüme terkedileceklerinden değil, nereden çıkardınız onu! susun!).
   Arstotzka dünyanın en iyi ülkesi olduğu için elbette komşularıyla da iyi geçinir. Kolechia'lı pislikler hariç, onların hepsi ölmeyi hakediyor.
   Eğer siz de böyle mükemmel bir ülkede işkence çeken... öhöm... gururla ve mutlulukla çalışan bir sınır kapısı denetçisinin hayatını deneyim etmek istiyorsanız bu oyunu mutlaka oynayın!

Yaşasın Arstotzka!

Artılar: 
+Dünyanın en iyi ülkesi Arstotzka'yı görebilmek

Eksiler:
-Kolechia'lı pislikler oyunda var olmamalı!!!!

PUAN: 100


   Evet, giriş kısmında biraz dalga geçerek anlattığım üzere Papers, Please, oyunun evreninde geçen Arstotzka adındaki bir ülkedeki (büyük oranda SSCB'den esinlenerek yapılmış bu ülke) sınır kapısında çalışan bir denetçinin kontrolünü veriyor bize. Oyundaki temel amacımız, Arstotzka'ya gelmek isteyen insanların evraklarını kontrol etmek ve oyunun bize koyduğu kurallara göre o kişinin geçip geçmeyeceğine izin vermek. Oyun toplamda 30 gün süren bir hikayeyi anlatıyor ve her gün 5-10 dakika falan sürüyor. Günler geçtikçe oyuna yeni kurallar geliyor ve oynanış daha karmaşık bir hale geliyor. Öyle ki oyunun ilk günlerinde bakmamız gereken tek şey geçmek isteyen kişinin pasaportundaki bilgiler iken, sonlara doğru 4-5 tane belgedeki bilgileri tek tek kontrol etmek, karşılaştırmak ve hiçbir detayı kaçırmadan kişinin geçip geçmeyeceğine karar vermek.

  Örneğin adam bize "Arkadaşımı ziyaret edeceğim, 3 gün kalacağım" derse ve geçiş izninde "İş için geldi, 14 gün kalacak" yazıyorsa o adamı almıyoruz. Herhangi bir belgesinin son kullanma tarihi geçmiş görünüyorsa almıyoruz. Pasaportundaki kod ile geçiş iznindeki kod uyuşmuyorsa almıyoruz. Kimlik kartında 62 kilo yazıp da tartıda 73 kilo yazarsa üstünü arıyoruz, bomba falan çıkarsa tutukluyoruz. Ya da gelen kişi erkek gibi görünüp de pasaportunda "Bayan" yazıyorsa "Noluyor lan?" diyip kişiye X-ray taraması yapıyoruz, sonuca göre alıyoruz.

Bu amcayı oyun boyunca bol bol görüyoruz...

   Yani oynanış hakkında kafanızda bir fikir oluşmuştur muhtemelen. Tabii oyunu oynarken kendiniz vermeniz gereken bazı kararlar da var. Bazen size "EZIC" adında gizli bir örgütün üyeleri gelecek ve "Buraya Blablabla kişisi gelecek, onu alma, o çok tehlikeli biri" diyecek. O kişi geldiğinde ve belgelerinde hiçbir hata olmadığını gördüğünüzde alacak mısınız, almayacak mısınız? Ya da bir kadın belgelerinin eksik olduğunu ama hayatının tehlikede olduğunu ve ülkeden kaçıp gitmesi gerektiğini söyledi. Bu durumda ne yapacaksınız?

  Elbette bir de ailemize bakmamız lazım. Ailemizin barınma, ısınma, ilaç gibi ihtiyaçlarını karşılamak için de paraya ihtiyacımız lazım. Para için de oyunu dikkatli oynamak ve insanların geçip geçmeyeceği hakkında doğru kararlar vermek lazım. Veya ülkenize ihanet edip rüşvet almak da bir seçenek ama devlet bunu farkederse ayvayı yiyebilirsiniz... Eğer ailenize iyi bakamazsanız ve bütün aile ölürse devlet sizi işten atıyor.

  Oyun yaklaşık 4 saat sürüyor -bir de sonsuz modda vakit geçirebilirsiniz- ve toplamda 20 farklı sonu var. Ama bu 20 sonun çok büyük kısmı belli sebeplerden dolayı oyunu kaybettiğiniz zaman oluyor. Asıl oyunu bitirince oyun boyunca yaptıklarınız ve oyunun sonunda yaptığınız seçime göre 3-4 tane falan son alabiliyorsunuz.

   Sonuç olarak Papers, Please, insanların "Dünyanın en iyi ülkesi" diye kandırıldığı bozulmuş, iğrenç bir ülkenin anlatıldığı bir distopya. Ama aynı zamanda çok eğlenceli ve farklı bir oyun. Şu an Steam'deki fiyatı 18 lira. Bence fiyatı gayet uygun ama özellikle indirimlerde fiyatı daha da düştüğünde kaçırmayın alın derim. Tembellik etmeyip bir sonraki incelemeyi yazdığımda görüşürüz!
 
 Artılar:
+Farklı ve eğlenceli oynanış
+Hikaye anlatım tarzı

Eksiler:
-Ana hikaye süresi kısa

Puan: 80

Glory to Arstotzka!

5 Mayıs 2016 Perşembe

En Sevdiğim 10 Oyun


10. Hearthstone: Heroes of Warcraft (Blizzard)

10. sırada olmasına rağmen bu listede en çok zaman harcadığım oyun muhtemelen Hearthstone'dur. O zaman neden mi 10. sırada? E çünkü harcanan zaman ve iyilik doğru orantılı değildir, o kadar... Neyse, bildiğiniz veya bilmediğiniz üzere Hearthstone bir kart oyunu. 30 karttan oluşan kendi oluşturduğumuz destelerle rakiplerimizi yenmeyi, yeni kartlar elde etmeyi, en iyi desteleri oluşturmayı hedeflediğimiz bir oyun. Oyunun bu listeye girmesini sağlayan şey ne peki? Sürekli güncel olması ve her maç oyuncuya farklı duygular yaşatması diyebiliriz. Oyundan sıkılabilmek pek mümkün değil, çünkü oyundaki devasa ve sürekli yeni kartların eklendiği kart havuzundan her zaman farklı desteler oluşturarak oyunu farklı şekillerde oynayabilirsiniz. Bu da oyunun sürükleyici olmasını sağlıyor. Ranked modundan sıkıldınız mı? Rakiplerinizin desteleri altında ezilmekten bıktınız mı? O zaman önünüze gelen rastgele kartlardan 30 tane seçerek deste oluşturup 3 kere yenilmeden en uzun süre dayanmaya çalıştığınız Arena modunu deneyebilirsiniz! Veya her hafta farklı kuralların olduğu Tavern Brawl modunu... Hearthstone'u çok güzel yapan sebep işte bu, dinamik ve çok eğlenceli oynanış. Ayrıca oyunun çok güzel müziklerinden ve göze muhteşem görünen kart artworklerinden bahsetmezsek ayıp olur. 


9. The Walking Dead (Telltale Games)

The Walking Dead'i severim. Sezon 1'i de severim, sezon 2'yi de severim. Hatta çıkacak olan sezon 3'ü de seveceğim herhalde. O yüzden 2 sezon arasında ayrım yapmayıp komple oyunu koydum listeye. Tamamen hikaye odaklı bir oyun olduğu için sevdiğim The Walking Dead oyununda ilgi çekici olan şey hikayeyi yaptığımız seçimlerle kendimiz şekillendirmemiz ve gerçekten bu oyunun hikayesi çok etkileyici. Hem olay işlenişi açısından çok iyi, hem de karakterler açısından çok çok iyi. Ve oyunun hikayesini kendimiz şekillendirmemiz, bu kadar detaylı işlenmiş karakterlerin hangisine güvenip hangisine güvenmeyeceğimizi kendimiz seçmemiz oldukça tatmin edici. Bazen gerçekten yapacağın seçimler seni çok zor durumda bırakabiliyor, bir bölümde yaptığın bir seçim yüzünden saatlerce "Öyle yapmasaydım ya, acaba şöyle yapsam nasıl olacaktı..." şeklinde düşünceler kafanın içinde dönüp duruyor. Öyle ki sezon 2'nin sonunda yaptığım seçim hakkında hala düşünüyorum, galiba 3. sezon çıkmadan önce girip orada diğer seçeneği seçeceğim. Eh, böyle detaylı ve etkileyici bir hikayeyi nasıl sevemem ki? Şuraya not düşeyim ayrıca, ilk sezonun sonunda duygulanmayanlar taş kalpli falandır herhalde...


8. Game Dev Tycoon (Greenheart Games)

Video oyunlarını oynayan kişilerin çoğu kendi oyun firmanı kurup, kendi oyunlarını çıkartıp, hatta işi büyütüp kendi konsolunu bile çıkartarak Sony, Microsoft, Nintendo gibi devlerden bile daha büyük firma olabildiğin bir oyunu duyduğunda heyecanlanır. İşte karşınızda Game Dev Tycoon... Bu oyunu muhtemelen 3 kez falan bitirdim ve hala içimde biraz da olsa bu oyunu tekrar tekrar oynama isteği var (bu yazıyı yazalı 1 yıldan fazla geçti, düzenlemek için tekrar girdim, hala o istek var). Oyunu temel olarak özetleyeyim: Oyuna 1980'lerde, ufak bir garajda başlıyoruz ve kendi oyunlarımızı çıkararak kısa sürede para kazanıp daha büyük ofislere taşınıyoruz. Bu sırada oyun dünyasının gelişimine, yeni konsolların çıkışına da tanıklık ediyoruz. Hatta oyunun sonlarına doğru şirketimiz o kadar büyüyor ki kendi konsollarımızı bile çıkarabiliyoruz. Şimdi eksiklikler konusuna gelecek olursak, teknik olarak bakıldığında oyunun pek bir eksiği olduğu söylenemez. Ama bir oyun geliştirme oyununda olması gereken birçok önemli detay atlanmış. Oyunu oynarken çok kez "keşke şöyle bir şey olsaydı" diye düşüneceğinizden eminim. Ha ben bu oyunu oynarken bunları ne kadar kafaya taktım? Hiç. Ama adil bir sıralama yapacaksam bunları da göz ardı etmemek gerek.



7. The Elder Scrolls V: Skyrim (Bethesda)

Ve listemizin yedinci sırasında... ııhh.. Skyrim. Skyrim hakkında cidden konuşmak istemiyorum ya (o yüzden yazı yazıyorum *ba dum tss*). Çünkü, Skyrim hakkında konuşmayı hakettiğimi düşünmüyorum diyeyim... Şöyle ki, oyunu 2015 yazında oynamıştım ve oynadığımdaki amacım oyunu hızlıca bitirmek ve oynamam gereken diğer oyunlara vakit ayırmaktı. Nitekim de öyle yaptım, oyunu nispeten kısa sayılacak yaklaşık 20 saat gibi bir zaman diliminde bitirdim. Çok az yan görev yaptım, ana görevlerden yardıra yardıra, arada bir gördüğüm ejderhalara saldıra saldıra, etrafı biraz dolaşa dolaşa bitirdim ve oyunu çok sevdim. Ama çok sevdim. Oyunun atmosferine, müziklerine, manzaralarına, evrenine, her şeyine bayılmıştım. Oyun bittiğinde de büyük bir hayal kırıklığına uğradım çünkü, oyunun daha hakkını verememiştim ki... Daha yapılacak onlarca yan görev vardı, birdenbire bitmişti oyun... Bittikten sonra yan görevlere geri dönmek istemediğim için oyuna veda ettim ve bilgisayarın başından koşa koşa uzaklaştım (şaka). Bu yıl yine oyunu bitirmeye hevesliyim, ama bu sefer doğru düzgün, hakkını vererek oynayacağım, ve bu yüzden birkaç ay sonra bu oyunu listenin ilk beşinde görme ihtimaliniz var. O zamana dek, görüşürüz!


6. Undertale (Toby Fox)

Undertale hakkında daha fazla bir şey dememe gerek var mı? Çünkü kaç paragraflık inceleme yazmıştım oyun hakkında... Neyse, kısaca bir kez daha özetlemek gerekirse Undertale karakterleriyle, oynanış stiliyle, hikayesiyle ve her şeyiyle tamamen muhteşem bir oyun. Undertale'in anlattığı hikaye bir oyunda görüp görebileceğiniz en komik, en korkunç, en ürkütücü, en duygusal ve en epik hikayelerden biri ve evet, hepsi birden. Aynı zamanda Undertale'in karakterleri bir oyunda görebileceğiniz en eğlenceli, en korkutucu, en komik, en derin ve en gizemli karakterlerden biri. Undertale'in müzikleri bir oyunda görebileceğiniz en iyi 8 bit müziklerden biri. Undertale her şeyiyle eşi benzeri görülmemiş harika bir oyun ve bu listeye girmeyi kesinlikle hakediyor. Acaba daha üst sıralara mı koysam oyunu? Neyse, böyle iyidir.


5. Valiant Hearts: The Great War (Ubisoft)

Öyle bir oyun düşünün ki arkadaşlar, oyunu açtığınızda ana menüde giren müzik bile insanı duygulandırsın. Karşınızda Valiant Hearts: The Great War. Açıkçası şu üstte gördüğünüz resmi yüklerken bile duygulandım. Oyunun sonu aklıma geldi. Oyun bittiğinde ne kadar üzüldüğüm... Şimdi Valiant Hearts bir 1. Dünya Savaşı oyunu. Oyun bir FPS ve amacımız bir tüfekle öldürebildiğimiz kadar düşman askeri öldürmek. Şaka yapıyorum, Valiant Hearts öyle bir oyun değil. Aslında oyun boyunca tüfek bile tutmuyoruz hani. Valiant Hearts bir platform oyunu ve oyun tamamen bulmacalardan oluşuyor. Bunu ilk duyduğumda midem bulanmıştı çünkü bulmaca temelli oyunlardan deli gibi nefret ederim. Ama nedense Valiant Hearts'ı satın alıp oynadım ve bulmacalar beni zerre kadar rahatsız etmedi. Tomb Raider oyunlarını hatırlar mısınız? 1 saat boyunca kafa yorup bölümdeki bulmacayı çözmeye uğraşıyorduk ve çözdüğümüzde ta-daaa! 1 saat kafa yoracağımız bir bulmaca daha! Ancak Valiant Hearts öyle değil. En zor bulmacaları çözmeniz bile maksimum 10 dakikanızı alıyor ve bulmacaların tasarımı o kadar iyi ki oynarken sıkılmıyorsunuz bile. Hani karşıma bir bulmaca daha çıktığında asla "Öff be, yine mi!" demedim, oyun bunu dedirtmiyor. Neyse bırakalım bulmacaları, bulmaca istesem Portal falan oynardım. Oyunun asıl etkileyici kısmı hikayesi. 1. Dünya Savaşı zamanında 4 kişinin hikayesini anlatıyor. Ve hani Call of Duty oyunlarından alışmış olduğumuz üzere bir durum yok burada, oyun resmen savaş sırasındaki çaresizliği yüzümüze vuruyor, gerek ana hikayesiyle, gerek toplanabilir eşyalar ve o eşyaların hikayesiyle, gerek çizgiroman tarzındaki muhteşem görselliğiyle, gerek de müzikleriyle. Oyunun müzikleri muhteşem. Gerçekten, muhteşem. Hüzünlü bir anı çok daha hüzünlü yapabiliyor veya mutlu bir anı çok daha mutlu... Şu an oyun hakkında düşüncelerimi yazarken bile oyunun müzikleri kafamda dönüyor, hüzünleniyorum. Daha fazla dayanamayacağım, gidiyorum. Ne güzel de kafiye yaptım, gururulanıyorum...



4. Grand Theft Auto V (Rockstar Games)

Burada gerçekten size GTA'yı anlatmak zorunda mıyım ya? Hiç oyun oynamamış birisi bile mutlaka duymuştur bu ismi. Burada, oyuncuların bulunduğu bir sayfada ise GTA'yı herkes çok iyi biliyordur, bu konuda eminim. O yüzden direkt GTA V'i neden bu kadar sevdiğimi anlatayım. Çünkü diğer GTA oyunlarında senaryoyu oynamamıştım. Yani arkadaşlar, ülkemizde kaç kişi GTA San Andreas'ı falan hikayesi için oynadı? Hepimiz sokakta boş boş dolaşıp milleti katletmedik mi? Evet, bu yüzden eski GTA oyunları kalbimde bir yer edinmedi, benim için sadece bilgisayarda oynanan bir kum torbasıydı. Belki çok derin hikayeleri falan vardı, bilemem. Ancak GTA V'i almamın sebebi farklıydı, hikayesi... Evet, GTA V gerçekten harika bir hikaye sunuyor bize. Yani karakterler ve olay örgüsü olarak baktığımızda her şey harika, özellikle olay örgüsü bir süre sonra öyle bir hal alıyor ki ne olup ne bittiğini anlamaya çalışmak zor oluyor ki bu kesinlikle kötü bir şey değil. Aksine bunlar oyunun devasa hikayesini daha da derinleştiren şeyler. Ve hani hikayeyi geçelim, karşımızda istediğimiz her şeyi yapabileceğimiz devasa bir şehir var ve bu şehri üç farklı karakterin gözünden kontrol edebiliyoruz arkadaşlar. Bu dev haritada neler yapabileceğinizi saymak istemiyorum, yoksa bu yazıya sığmaz. İstediğimiz her şeyi yapabiliriz (tabii bir mantık çerçevesindeyse, uzaylılarla dans etmek falan istemiyorsanız mesela) kısacası. Mükemmel tasarlanmış yaşayan bir şehir. Resmen şehir yaşıyor, insanlar birbiriyle tartışıyor, modifiye edilmiş bir araba gördüğünde herkes telefonunu çıkartıp resmini çekmeye başlıyor, polisler arada bir suçluları kovalıyor, resmen gerçek hayatta ne oluyorsa Los Santos'da da o oluyor. Her yerde detaylar saklı. Öyle ki bir markete girdiğinizde telefonunuzun kamerasıyla yakınlaştırırsanız raflardaki her ürünün bir etiketi, bir ismi falan olduğunu görebilirsiniz. Böyle bir şey için ne kadar emek harcanmış gerçekten düşünmesi bile zor. Karşımızda devasa ve neredeyse gerçek bir şehir, harika bir hikaye, bol bol aksiyon ve (kimse alınmasın) muhtemelen şimdiye kadarki en iyi open world oyun...



3. Bioshock Infinite (Irrational Games)

Bioshock Infinite... Oyun bittiğimde yüzümde oluşan ifade neydi biliyor musunuz? Şunun gibi bir şey ---> O_O Hikayeyle ilgili hiçbir detay kesinlikle vermeyeceğim, yoksa oyun zevkinizi roketatarla patlatmış gibi bir şey olur herhalde ama hiçbir hikaye beni bu kadar şok etmemişti arkadaşlar. Bir de Bioshock Infinite böyle güzel bir hikayeyi böyle güzel bir şekilde anlatabilse... Oyun hikayeyi o kadar karışık anlatıyor ki internetten ekstra bir kaynaktan oyunun hikayesini okumadığınız sürece hiçbir şey anlamıyorsunuz neredeyse ama neyse ki böyle kaynaklar var. Hikayeye direkt olarak 10/10 verip geçiyorum, sırada oynanış var. Oynadığım en eğlenceli FPS oyunu buydu arkadaşlar. Bir video incelemede oyunu inceleyen adam (isim vermiyorum) "Bu ne yaa öyle gidiyon gidiyon adam vuruyon başka yaptığın hiçbir şey yok anca adam vur, çok sıkıcı" diye cahilce yorum yapıyor, sonra da oyundaki özel güçleri hiç kullanmadığını, sadece possession özel gücünü kullandığını söylüyor. Yav oynanışı asıl muhteşem kılan şey zaten özel güçler! Özel güçlerle yani vigorlarla öyle güzel kombolar yapıyorsunuz ki arkadaşlar, oyunu oynarken bir vigor kombosu yaptıktan sonra oyunu durdurup "VİİİHHHAAA!" diye bağırdığım oluyordu, içimden ama... İşte az önceki örnekte gösterdiğim kişiler önce adamın üzerine karga sürüsü gönderip, sonra oraya elektrik topu fırlatarak bütün kargaları elektrikle yüklemenin ve bütün rakipleri kızartmanın eğlencesini bilmiyorlar. Veya adamı bir süre boyunca uçuran özel gücü attıktan sonra adamın yanına ışınlanarak vurma özel gücünü kullanarak düşmanları gökyüzünde öldürmenin... Ayrıca oyunun grafiklerinden bahsetmezsek olmaz şimdi. Oyun inanılmaz görünüyor... Hani inanılmaz kelimesi gerçekçilik anlamında değil, renkler, çevrenin tasarımı falan o kadar güzel ki bazen durup etrafı seyredesiniz geliyor. Bir de oyunun müziklerinin muhteşem olduğunu da söylemezsem olmaz... LANET OLSUN BU OYUNUN HER ŞEYİ GÜZEL!



2. Heavy Rain (Quantic Dream)

Polisiye hikayelerine hiçbir zaman ilgi duymamış birisi olarak Heavy Rain nasıl geldi de en sevdiğim oyunlar listesinde ikincilik koltuğuna oturdu bilmiyorum. Ya da biliyorum, hikayesi yüzünden. Heavy Rain tıpkı The Walking Dead'de olduğu gibi tamamen hikaye odaklı bir oyun. Az önce de bahsettiğim gibi bu bir polisiye hikayesi. Oyundaki baş kötümüz bir seri katil, origami katili. Küçük çocukları kaçırıp birkaç gün içinde yağmur suyuyla boğarak öldüren bu origami katili, oyundaki kontrol ettiğimiz 4 karakterden baş karakter sayılabilecek olan Ethan Mars'ın oğlu Shaun'u kaçırır ve bu 4 kişinin origami katili denen kişiyi bulmak ve Shaun'u kurtarmak için birkaç günleri vardır. Kontrol ettiğimiz karakterleri sayayım: Ethan Mars, bir mimar, origami katili bunun oğlunu kaçırıyor ve Ethan Mars kendi yöntemleriyle oğlunu bulmaya çalışıyor. Madison Paige, bir gazeteci, oyunun başlarında Ethan ile tanışan Madison, katilin bulunmasına yardımcı olmaya çalışıyor. Norman Jayden, bir FBI ajanı, katili bulmayla görevli ve son olarak Scott Shelby, yaşlı bir dedektif, bu da katili bulmaya çalışıyor anlayacağınız üzere. Şimdi inanın hikaye o kadar heyecanlı ve o kadar etkileyici ki oyun bitene kadar her gece uyurken sabah uyanıp oyuna devam etmeyi düşünüyordum hani. Ve ayrıca tıpkı The Walking Dead'de olduğu gibi yine hikayeyi şekillendirebiliyoruz ama bu sefer bayağı bir şekillendirebiliyoruz. Yaptığımız seçimlere göre oyunun yaklaşık 20 tane farklı sonu olabiliyor. Eh, ne diyebilirim ki, Heavy Rain bence bir oyun değil. Bir film. Seçimlerini kendin yaptığın bir film ve bence bu film muhteşem.



1. The Last of Us (Naughty Dog)

The Last of Us ile ilgili en büyük şikayetim oyunun bitmesiydi. Yeterince uzun oynanış süresine rağmen oyun bitince resmen terkedilmiş gibi hissettim. Elbette ki o üzüntüyle internetten The Last of Us 2 diye arattım, belki çıkacağı duyurulmuştur diye, ama yok. Diğer sevdiğim oyunlara bakılırsa "etkileyici hikaye" olayını sevdiğim görülebilir. The Last of Us bunu en iyi yapan oyundu diğerleri arasında. Birçok oyunda olduğu gibi zombi salgınında zırhlı arabalarla, devasa silahlarla ve yüzlerce mermiyle ortalığı katlettiğimiz bir oyun değil The Last of Us. Tıpkı Valiant Hearts'ın savaş sırasındaki çaresizliği anlatması gibi The Last of Us da böyle bir felaket sırasında yaşanılan çaresizliği anlatıyor. Salgın başlayıp kızını kaybetmesinden 20 yıl sonra Joel, Ellie adında bir kızla tanışır ve o kızı ateş böceklerinin kampına götürmesi gerekmektedir (sus, nedenini sorma, spoiler mı istiyorsun!). Başlarda Ellie'yi bir yük olarak gören ve ondan nefret eden Joel, bir süre sonra kızını kaybetmiş olmasının verdiği eksiklikle Ellie'yi kendi kızı gibi görmeye başlar ve onu canı pahasına korur. Özellikle hikayesiyle ve finaliyle beni etkileyen The Last of Us, oynanışıyla da gayet iyidir. Silah kullanma mekanikleri, vuruş hissi falan her şey oldukça güzel. Ayrıca tıpkı böyle bir felakette olması gerektiği gibi gittiğiniz her yerde etrafı dolaşıp erzak aramak zorundasınız, tabii 2 mermiyle bir hastalıklı sürüsüne saldırmak gibi bir niyetiniz yoksa... Ayrıca bu oyun çıktığında PS3 son dönemlerini yaşıyordu ve oyun gözümüze muhteşem görünmüştü. Grafikler gerçekten harikaydı. Resmen yaşlanmış PS3'ün sınırlarını sonuna kadar zorluyordu. Tabii sonra The Last of Us Remastered çıktı PS4 için ve daha iyi grafikler+ 60 fps desteği verdi ancak elbette ki grafikler her ne kadar geliştirilmiş de olsa PS4'ün gücü çerçevesinde "grafikleri muhteşem bir oyun" değil de "grafikleri iyi bir oyun" olarak kalıyordu. Ancak ben PS3 için değerlendireceğim bu oyunu. Evet, The Last of Us muhtemelen PS3'e çıkan en iyi oyundu benim için. Harika hikayesi, muhteşem grafikleri, oldukça iyi müzikleri ve gayet yerinde oynanışıyla bir başyapıt olarak anılmayı hakediyor.

ONUR ÖDÜLLERİ

Listeye girememiş olsalar bile çok iyi olduklarını düşündüğüm bir grup oyuna da onur ödülü veriyorum izninizle... Buyrun, en sevdiğim 10 oyun haricinde en sevdiğim diğer oyunlar!


Marvel vs Capcom 3: Fate of Two Worlds (Capcom)

Marvel ve Capcom karakterlerini kontrol ederek dövüştüğümüz bu oyunun başında saatler geçirmişimdir. Yıllardır sevdiğim Captain America, Deadpool, Thor, Dante, Ryu gibi bir ton karakteri aynı oyunda görmek benim için harika bir şeydi. Maalesef singleplayer modunun yetersizliği yüzünden ilk onuma giremedi. Bir gün düzgün bir hikaye moduyla MvC 4 çıkarsa, bu listeye büyük ihtimal girecektir.


Saints Row 4 (Deep Silver)

Absürt yapısı, mizahı ve acayip eğlenceli oynanışıyla Saints Row 4 kısa sürede çok sevdiğim oyunlardan birisi olmuştu. Sonuçta burada devasa bir heykeli kontrol ederek yaşayan devasa bir enerji içeceği kutusunu dövebildiğimiz bir oyundan bahsediyoruz, nasıl kötü olabilir ki? Bu listeye 10. sıradan girmeye çok yaklaşsa da Hearthstone'un gölgesinde kaldı benim için. Ama olsun Saints Row, al sana onur ödülü!



Dishonored (Bethesda)

Kraliyet muhafızı Corvo, kraliçeyi öldürmekten ve kraliçenin kızını kaçırmaktan tutuklanır ve hakkında idam kararı çıkartılır. Halbuki kendisinin hiçbir suçu yoktur ve bütün bunlar büyük bir komplonun içine düştüğü için başına gelmiştir. Corvo da kraliçenin kızını kurtarmak ve bunların olmasına sebep olan şerefsizlerden (hani oyunun adı dishonored...) intikam almak için yola çıkar. Biz de Dishonored oyununda Corvo'nun intikam hikayesine tanık oluyoruz. Hem de yanında acayip eğlenceli bir oynanışla birlikte...


Uncharted 3: Drake's Deception (Naughty Dog)

Buraya Uncharted 3 değil de Uncharted Serisi yazmak isterdim, ama çok da iyi olmayan ilk oyun buna engel oldu. Ben de üçleme içinden en iyiyi seçmek istedim ve seçim çok zor olmadı. Uncharted 3 sürükleyici hikayesi, muhteşem aksiyon sahneleri ve mükemmel sinematik sahne-oynanış geçişleri sayesinde gelmiş geçmiş en iyi aksiyon oyunlarından biri olmayı başarıyor. Üstte gördüğünüz resmin oyunda bir sahneden çekilmiş olduğunu söylesem mesela? İşte oyundaki sinematik-oynanış geçişleri o kadar iyi. Bazen sinematik sahne izliyorum diye oyun kolunu bırakıp birkaç saniye sonra kontrolün bende olduğunu farkettiğim oluyordu. Yani Uncharted 3 ilk onda yer bulamasa da onur ödülünü kesinlikle hakediyor.



The Wolf Among Us (Telltale Games)

Fables çizgiromanlarndan esinlenerek yapılan The Wolf Among Us, tıpkı The Walking Dead veya Heavy Rain gibi hikayesiyle öne çıkan bir oyun. Masal karakterlerinin yaşadığı şehir Fabletown'un şerifi olan Bigby Wolf'un hikayesini anlatıyor bize oyun. Şehirde gerçekleşen bir cinayetin peşine düşen ve suçluları bulup şehrin güvenliğini sağlamaya çalışan Bigby Wolf, zamanla çok daha karışık bir komploya düşer. Oyunu sevmemin nedeni elbette ki oyunun sürükleyici hikayesi, başka ne olacaktı ya... Neyse, The Wolf Among Us'a da onur ödürünü verip uğurlayalım.

13 Mart 2016 Pazar

Oyun Koleksiyonu: Undertale





Undertale nedir?
 
   2015'in sonbaharında bir gün. Fallout 4'ün, Rise of The Tomb Raider'ın, Assassin's Creed'in falan çıktığı dönemler. Kısaca yine bir ton büyük oyunun çıktığı klasik bir sonbahar ayı. Ben de sürekli metacritic'den oyunların puanlarına bakıyordum. Yine "Bakalım puanlarda ne gibi değişiklikler var, yeni oyunların incelemeleri gelmiş mi" diye bakarken puan kutucuğunda mütevazi bir şekilde "99" yazan bir oyun gördüm. Resmi de sadece siyah bir zemin üzerine büyük harflerle "UNDERTALE" yazısıydı. Hemen tıkladım. Baktım ki daha 5-6 inceleme falan yayınlanmıştı. "Peh. Sıradan bir oyundur işte. İlk incelemeler yüksek gelmiş diye heyecanlanmıştım ben de. Yakında düşer puanları." diye kendimi ikna ettim.

  İlerleyen günlerde oyuna yeni incelemeler gelmeye başladı. Puan 98'e düştü. 97'ye düştü. Bir süre sonra 96'ya falan düştü (Şu an 92). Ama yok, bu işte bir terslik var.  Yine de fazla yüksek bu şeyin puanları. Almayı düşündüm ama kendimi çok salak bir şekilde "Amaan, şu grafiklere bak. En fazla ne kadar iyi olabilir ki? Muhtemelen sevmem bile." diye ikna ettim. Resmen oyunun düşmanı olmuştum. Böyle küçük çaplı bir oyunun, en sevdiğim oyunların puanlarını geçmesini yediremiyordum kendime. Bir şekilde bu şeyi oynamamak için ikna ettim kendimi.

   Bir ay sonra her ay aldığım oyun dergimi aldım. Orada incelemesi vardı. Hayvan gibi yüksek puan vermişlerdi. Savunmam yıkılıyordu. Herkes bu oyunu çok seviyordu. Oynamak zorunda gibi hissediyordum kendimi. Ama ya sevmezsem? Çok büyük bir hayal kırıklığı olacağı kesindi. Yine erteledim...

  Aralık ayının başlarında bir arkadaşım Undertale diye bir oyunu oynadığını söyledi ve bana ne kadar iyi bir oyun olduğunu sürekli anlattı. Duymazdan geldim...

  Ve en sonunda çok büyük hayranı olduğum bir youtuber, Undertale'i oynadığını ve hayatında oynadığı en iyi oyunlardan biri olduğunu söyledi. Artık dayanamıyordum. 2016 Ocak ayının ortalarına doğru oyunu aldım ve heyecanla oynamaya başladım. Yakında En Sevdiğim 10 Oyun listesini güncellemeyi planlıyorum bu arada...


Gülen Çiçek, Keçi Boynuzlu Teyze... NOLUYOR LAN?

   Oyunun hikayesiyle başlayalım. Uzun zaman önce, çok uzak bir galakside... Pardon, uzun zaman önce Dünya'da insanlar ve canavarlar barış ve huzur içinde yaşardı. Sonra Ateş Ulusu... Tamam saçmalamayı kesiyorum, sonra insanlar ve canavarlar arasında bir savaş çıktı. Bu savaş insanların zaferiyle sonuçlandı ve insanlar canavarları yer altına hapsetti ve çıkışı güçlü bir büyüyle kapattı. Biz de oyunda küçük bir çocuğu oynuyoruz. Yıl 201X (evet, 201X...). Bizim bu küçük çocuk, tırmananların asla geri dönmediği söylenen Ebott Dağı'na tırmanıyor. Dağın tepesindeyken ayağı takılıyor ve büyük bir çukura düşüyor. Çukurdan çıkabilmek için yoluna devam eden çocuğun karşılaştığı ilk şey kendini Flowey olarak tanıtan bir .Bu çiçek bize çok dost canlısı davranıyor ve bize oyunun kurallarını öğretmeye çalışıyor. Ancak Flowey'in manyak olduğunu ve tek amacının bizi öldürmek olduğunu anlamamız kısa sürüyor. Ama neyse ki (üstteki resimde görebileceğiniz) Toriel, bizi kurtarıyor ve bize yeraltında, canavarların dünyasında rehberlik ediyor. Halbuki bizim çocuğun tek amacı yer altından kurtulmak...

   Evet, hikaye böyle işte. Nasıl ama? Kötü, değil mi? Değil, şu an anlattığım kısım oyunun ilk 10 dakikası falan. Oyunun gerçekten harika bir hikayesi var ama burada size anlatıp da bütün sürprizleri bozacak değilim. Ama şöyle anlatabilirim ki, burada harika hikayeden kastım çok duygusal, çok epik, veya çok komik olması değil. Hepsinden biraz olması. Undertale, sizi yeri geldiğinde çok duygulandırıyor, yeri geldiğinde çok güldürüyor, yeri geldiğinde çok gaza getiriyor hatta yeri geldiğinde bir korku oyunu oynuyormuşçasına korkutuyor. Bir oyun bütün bunları nasıl yapabilir? Ben de bilmiyorum aslında, ama Undertale'de bütün hikaye öğeleri kusursuz bir şekilde ayarlanmış.

  İşin ayrı bir boyutu ise, hikayenin çizgisel olmaması. Hikayenin ilerleyişi, karakterlerin tepkileri, hikayenin finali tamamen oynanış stilinize göre değişiyor. Oyunu ilk oynadığınızdaki en iyi dostlarınızdan birisinin, ikinci oynayışınızda yaptığınız şeylere göre en büyük düşmanlarınızdan birisine dönüşebilmesi gerçekten şok edici bir şey. Ayrıca, sürprizi kaçırmadan söylemeye çalışacağım: Undertale'i siz oynamıyorsunuz, oyun sizi oynuyor. Oyun boyunca yaptığınız şeylerle yüzleşmek zorunda kaldığınızda "Ben ne yaptım?" gibi bir tepki vermeniz gayet olası. Ve bu durumda kazanan siz değil, oyun olacak. Aman diyim, oyunu küçümsemeyin.


  Hikayenin temel öğelerinden bahsettik, biraz da karakterlerden bahsedelim. Oyunun cidden geniş bir karakter kadrosu var. Ve tüm karakterler farklı özellikleriyle öne çıkıyor. Örneğin Toriel, size anne gibi davranan ve sizi tüm tehlikelerden korumaya çalışan bir karakter. Sans ise iğrenç esprileriyle ve tembelliğiyle öne çıkan, çok eğlenceli bir karakter. Dediğim gibi her karakterin ayrı ayrı özellikleri var ve ben her birini ayrı ayrı seviyorum. Ama onların hepsiyle dost olmak veya onları katletmek tamamen size kalmış... Bu konudan oynanış kısmında bahsetmeliyim galiba.


Seni aptal, burada ya ölürsün ya da öldürürsün! -Malum bir karakter

   Gelelim oynanışa. Oynanış aslında gayet basit olmasına rağmen birçok farklı öğeyi içinde barındırıyor. Ama temelde oyunun bir RPG olduğunu söyleyebiliriz. Eh, elbette bu oyunda diğer RPG oyunlarında olduğu gibi bir sürü yan görev, saatlerce süren eşya toplamalar, skiller falan filan yok. Oyun boyunca yaptığınız şeyler genellikle uzun uzun yürümek, karakterlerle konuşmak, bulmacaları çözmek (ki genellikle gayet kolay oluyorlar), karşınıza çıkan düşmanları halletmek oluyor. Dediğim gibi, oyunun oynanışında çok karışık öğeler yok. Ama isterseniz bir de savaş mekaniğine bakalım.


  Oyunda savaşlar turn-based (sıra tabanlı) şekilde işliyor. Siz bir hareket yapıyorsunuz, sonra rakibiniz bir saldırı yapıyor ve siz de o saldırıdan kaçmaya çalışıyorsunuz. Üstteki resme bakın, şu kırmızı kalp sizi temsil ediyor. Onu hareket ettirerek rakiplerin yaptığı saldırılardan kaçmaya çalışıyorsunuz. Bazı savaşlarda bu çok zor, bazı savaşlarda ise oldukça kolay oluyor çünkü her karakterin çok farklı saldırı şekilleri oluyor. İşin daha güzel tarafıysa her boss savaşında yeni bir mekanik eklenmesi. Örneğin bir boss savaşında hareket edemiyorsunuz ama bir kalkanınız oluyor ve bu kalkanı doğru yöne çekerek saldırılardan korunmaya çalışıyorsunuz. Başka bir boss savaşında ise mor iplerin üzerinde tırmanarak saldırılardan kaçmanız isteniyor. Savaş sistemi oldukça eğlenceli olsa da savaş sistemini özel kılan şeyden daha bahsetmedim bile...


   Hani hikayeden bahsederken oyunda yaptığımız şeylerin birçok şeyi değiştirebileceğini söylemiştim ya, bu olayın kilit noktası savaş sistemi. Dediğim gibi, yeraltındayız ve canavarlar insanlardan korktuğu için sizi öldürmeye çalışıyorlar. Ama siz onları öldürmek zorunda değilsiniz. Siz kimseyi öldürmek zorunda değilsiniz. Hatta oyun boyunca (bir boss savaşı hariç) kimseye vurmak zorunda bile değilsiniz. Peki savaşlardan nasıl kurtulacaksınız? Çok basit, yaratıklarla dost olarak! Yukarıdaki resimde gördüğünüz "ACT" tuşu var ya, işte ona basınca önümüze bir grup etkileşime girme seçeneği çıkıyor. Bunlardan doğru olanları doğru sırayla seçtiğimizde karşımızdakiyle dost oluyoruz ve onların canını bağışlayabiliyoruz. Her canavarı geçmek için farklı seçenekler denemeniz gerekiyor. Bazı yaratıklarla dost olmak için ona övgü dolu sözler söylememiz yeterliyken, bazılarına sarılmamız, bazılarına da dik dik bakmamız gerekiyor. Savaş esnasında önünüze gelen seçenekleri değerlendirip  doğru olanları seçmeniz lazım (Boss savaşlarında genellikle oyun sizden farklı şeyler yapmanızı istiyor ama, onları kendiniz bulmanız lazım). Ha eğer ki ben kimseyle dost olmaya uğraşmam, FIGHT tuşuna basıp ölene kadar vurmaya devam ederim diyorsanız SONUÇLARINA KATLANACAKSINIZ, bundan emin olun (Haberiniz olsun, oyun boyunca bir kişiyi bile öldürürseniz mutlu sonu alamazsınız).


Grafikler?..
 
   Veee gelelim birçok insanın oyuna ön yargıyla yaklaşmasına sebep olan o güzelim şeye: Grafikler. Evet, kabul ediyorum. İlk bakışta grafikler rezalet görünüyor olabilir. Çünkü yaklaşık 30 yıllık oyunların grafiklerine sahip. Ama bu oyunun kötü grafiklere sahip olduğu anlamına mı geliyor? İşte bunu tartışabiliriz. Şu bir gerçek: Undertale yeni nesil grafiklere sahip bir oyun olamazdı. İşlemezdi yani, mümkün olamazdı öyle bir şey. Oyunun oynanış tarzı, mekan tasarımları, karakter çizimleri, bunlar yeni nesil gerçekçi grafiklere uyarlansaydı Undertale'in hikayesini anlatan farklı bir oyun ortaya çıkmış olurdu. Youtube'da falan Undertale'in 3D'ye uyarlanmış bazı bölümlerini izledim ve inanın bana, oyun öyle çıkmış olsaydı şu an aldığı puanlardan en az 20 puan az alırdı. İşin ayrı bir tarafı da şu ki, Undertale'in grafikleri oyunun atmosferini çok iyi yansıtıyor. Eğer bir oyunda grafiklerin ne kadar kötü olduğu sizi sürekli rahatsız ediyorsa o oyun atmosferi iyi sağlayamıyor demektir. WoW o grafiklerle 10 yıldır nasıl o kadar oyuncuya sahip sanıyorsunuz? Undertale'in bu konuda sorunu yok, oyunu oynarken hiç grafikler ne kadar kötü diye düşünmeyeceğinize emin olun. Bir örnek verecek olursam, oyunu almadan önce açıp bir baktığımda grafiklerin 30 yıllık oluşu hevesimi kırmıştı ama oyunu oynarken bu durum umrumda bile olmadı. Yani demek istediğim, oyunun grafikleri eski olsa da sağladığı atmosfer ve anlattığı hikaye sayesinde bu durum hiç ama hiç göze batmıyor.

NOT: Bir de oyun (büyük bir kısmı) tek bir kişi tarafından yapıldı. Hani insaf be biraz, adamdan The Order 1886 grafikleri mi bekliyordunuz?



Dıııt dı dıt dıt dııı dı dıt. Dıırıdıt dıt dıııt!

   Son olarak oyunun müziklerine de değinelim. ÇOK İYİ! Oyunlarda genellikle müzikler en az umursadığım şeylerdir. Oynadığım birçok oyunun aklımda bir müziği bile yer edemez. Ama Valiant Hearts, The Last of Us gibi çok iyi müziğe sahip oyunlar bulunca da görmezden (ya da duymazdan..?) gelmem. Undertale de bu tip oyunlardan biri. Oyunun gerçekten çok iyi müzikleri var. Ve her müzik de ait olduğu mekana, karaktere çok iyi uyum sağlıyor. Waterfall mekanının müziği gerçekten mekanın kendisi gibi çok huzur verici. Mettaton karakterine ait olan Metal Crusher müziği ise karakterin kendisi gibi çok eğlenceli. Eğer oyunu mutlu sonda bitirirseniz son bossda çalan müzik acayip epik, tıpkı savaşın kendisi gibi. Kısaca oyunun her şeyi gibi müzikleri de çok güzel, oyunu oynamayacaksanız bile müziklerini açıp dinlemenizi öneririm.

Son Karar
 
  İncelemede de uzun uzun bahsettiğim üzere, Undertale her şeyiyle tamamen bir başyapıt. Peki, bu oyunu almalı mısınız? Evet, oyun harika ama kesinlikle herkese hitap etmiyor. Eğer oyunlarda grafiklere çok önem vermiyorsanız, en sevdiğiniz oyunlar listesini Call of Duty, Assassin's Creed gibi oyunlar doldurmuyorsa, İngilizceniz iyiyse, bilgisayarınız milattan önce 10.000 yılından kalmadıysa (ki oyunun sistem gereksinimleri acayip düşük), oyunlarda hikayeye önem veriyorsanız, karakterlere çabuk bağlanıyorsanız hemen, şu anda, bir saniye bile beklemeden gidin ve bu oyunu alın. Ama bu saydığım kriterlerden en az üç tanesine sahip değilseniz bu oyundan nefret etme olasılığınız var. Haberiniz olsun...

Artılar:
+Müzikleri, hikayesi, karakterleri, oynanışı ve her şeyiyle kendine özgü ve harika bir oyun olması

Eksiler:
-Her ne kadar oyunun büyük bir eksiği olduğunu düşünmesem de herkesin seveceği türden bir oyun olmadığını belirtmek istiyorum.

PUAN: 93



26 Şubat 2016 Cuma

Oyun Koleksiyonu: Firewatch


Ben niye oynadım ki şimdi bu oyunu?

  Cidden, oyun hakkında hiçbir fikrim olmadan neden alıp da oynadım bilmiyorum. E3'de (Gamescom da olabilir, hiçbir fikrim yok) falan videolarını görmüştüm. Hoş görünüyordu. O kadar. Videoların da yarısını falan izlemiştim herhalde. Oyunun neyle alakalı olduğunu falan hiç bilmiyordum. Birden Şubat'ta Firewatch diye bir oyunun çıkacağını görünce "Hö? O neydi ya?" diye tekrar açıp baktım Steam'den. Ne olduğunu hatırladım. Ve nedensiz bir şekilde birden oyunu alma isteği doğdu içimde. Sonra baktım, fiyatı da 30 lira falanmış. Oldukça ucuz. Niye almıyorum ki bu oyunu ben? Sonra çıkış gününü beklemeye başladım. Evet, hakkında hiçbir fikrim olmadığı bir oyunu heyecanla beklemeye başlamıştım birdenbire. Halbuki Telltale oyunlarındaki gibi diyaloglarla ilerleyen bir hikaye olduğunu bilsem direkt alırdım. Neyse, neredeyse çıkar çıkmaz oyunu aldım ve oynamaya başladım. Pişman mıyım? Yoo... Neyse sizi daha fazla bekletmeden incelemeye geçeyim ben.

Bu da mütevazi kulübemiz...
Ateş Gözlemcisi

  Hikayemizin Henry adındaki bir adamı anlatıyor. Henry, mutlu bir evliliği olan yetişkin bir adam. Ancak eşi Julia'nın daha 40'lı yaşlarında Alzheimer benzeri bir hastalıkla karşılaşmasıyla bütün hayatları paramparça oluyor. Artık özel bir hastanede yaşayan ve sürekli tedavi gören Julia, Henry'nin yüzünü bile zar zor tanımaya başlıyor. Henry de, sıkıntılarla dolu hayatını bir süreliğine de olsa unutmak için gazetede gördüğü iş ilanını alıyor ve Shoshone Ulusal Ormanı'nda tüm yaz boyunca ateş gözlemciliği işine başlıyor. Bu ormanda Henry'nin görüştüğü tek kişi (aynı zamanda bir ateş gözlemcisi olan) patronu Delilah. Onu da oyun boyunca bir kez bile görmüyor. Sadece telsizden iletişime geçiyorlar. Delilah, oyun boyunca Henry'nin tek dostu oluyor. Ve gerçekten bu iki karakter arasındaki ilişkinin çok iyi yazıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Oyun boyunca Henry, patronu Delilah'dan aldığı direktiflere göre hareket ediyor. Daha fazla spoiler vermek istemediğim için hikayenin detaylarını anlatmayacağım. Ama oyunun sonlarına doğru hikaye çok heyecanlı bir noktaya geliyor. Ve oyunun sonu... Oyunun sonu tam bir hayal kırıklığı. Hani oyun boyunca olan tüm o gizemli şeyler, oyunun sonunda 5 dakikada saçma sapan, anlamsız bir yere bağlanıyor. Hatta oyunun sonunu görünce vereceğiniz tepki "Bu ne ya! Bu mudur yani?" falan olmuyor. "Bir dakika ya... Şaka mı yapıyorsunuz? Ben boşuna mı oynadım bu oyunu, bu mudur yani? PARAMI GERİ VERİN LAN!" oluyor. Gerçekten bu kadar heyecanlı ilerleyen ve birbirini hiç görmemiş iki karakter arasındaki bağı bu kadar iyi anlatan bir hikayeye böyle son küfür gibi resmen.


Görev yerim nerede? Minimap yok mu? Noluyor ya?

  Şimdi, gelelim yürüyüşe- pardon, oynanışa. Oyun "walking simulator" olarak da adlandırılan, Türkçe'ye "yürüme simülatörü" olarak çevirebileceğimiz türün bir üyesi. Peki bu bütün oyun boyunca sadece yürüdüğümüz anlamına mı geliyor? Evet. Temelde öyle. Oyunda her günün başında Delilah size direktifler veriyor. Örneğin Delilah size "Wapiti Çayırı'na git, oradaki istasyonu araştır." diyor. Siz de kulenizden çıkıyorsunuz, haritanızı açıyorsunuz, haritanızda "Wapiti Çayırı" yazan yeri buluyorsunuz. Baktınız, bu yer kuzeybatı yönünde. Siz de bir elinizde pusulayla kuzeybatı yönündeki patikadan ilerleyerek oraya ulaşıyorsunuz. Genelde böyle işliyor. Oyunda ilk başta bu sisteme alışamayıp bol bol kaybolmuştum ama zamanla çok daha kolaylaştı. Yani oynanışın büyük kısmını bol bol dolaşıp bir yerler keşfetmek, manzaranın tadını çıkarmak kapsıyor. Ve onun dışında yaptığımız en önemli şey ise konuşmak. Oyunda Delilah ile telsizden bol bol konuşuyoruz. Elbette bu konuşmaların gidişatını biz belirliyoruz, yani vereceğimiz cevapları biz seçiyoruz. Ve bu konuşmalar güya oyunun gidişatını etkiliyor ama hayır arkadaşlar, inanmayın. Yok öyle bir olay. Oyun her türlü aynı ilerliyor, aynı sonuçlanıyor. Diyalogların hikayeye bir etkisi yok aslında. Ama ikili arasındaki diyalogları dinlemek gerçekten çok keyifli. Hatta oyundaki en eğlenceli şey olduğunu bile söyleyebilirim. Bazı günlerde sadece Delilah ile konuşuyoruz hatta. Diyalogların çok iyi olmasının en büyük sebebi ise Henry ve Delilah'ın karakter gelişmelerinin çok iyi işlenmiş olması. Birbirine tamamen yabancı iki insanın yavaş yavaş dost olması konsepti gerçekten çok iyi işlenmiş. Bir de sağlam bir finalle bitseydi daha da iyi olacaktı tabii o da var... Neyse.


  Ama bir de herkesin (!) aklındaki önemli soru var. Oynanış tatmin edici mi? Sürekli yürüdüğümüz ve birisiyle konuştuğumuz oyun ne kadar iyi olabilir? Cevap şu ki, gayet de iyi olabilir. Şimdi "sürekli yürümek" diye özetlemek aslında mantıksız olur. Oyuna bağlanmanızı sağlayan şey çok kaliteli diyalogların yanında merak duygusu ve keşfetme isteği. Hikaye ve diyaloglar ilerledikçe siz de bir sonraki adımınızda ne olacak, bir sonraki ulaşacağınız yerde ne var diye merak etmeye başlıyorsunuz. Ve bu da oyuna heyecanla bağlanmanızı sağlıyor. Örneğin bir aksiyon oyunu, heyecanı aksiyon sahneleriyle sağlar. Firewatch ise heyecanı merak duygusuyla ve diyaloglarıyla sağlıyor. Ama yalan söylemeyeceğim, fazla yürümenin sıkıcılaşmaya başladığı yerler oluyor. Neyse ki böyle durumlarda genellikle Delilah ile konuşacak bir şeyleriniz oluyor ki hikayeden kopmuyorsunuz.

Oyuna genel olarak turuncu renk paleti hakim olsa da bu tip manzaralar da mevcut
Diğer önemli şeyler

   Bir de bu oyunun grafikleri vardı değil mi? Gerçi hangi oyunun yok ki... Pong mesela? Neyse konuyu sapıtmayalım. Oyunun grafik tarzının çok başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Grafikleri en düşüğe alarak bile oynasanız yine de görsellik göz alıcı. Özellikle bazı manzaralarda her şeyi bırakıp sonsuza kadar izleyesiniz geliyor. Etrafta genel olarak turuncu renk paleti hakim. Ağaçların yaprakları turuncu, gökyüzü turuncu, toprak turuncu, orman yangınları turuncu. Tabii ormanların içine girdikçe her yer yemyeşil de olabiliyor. Oyunda kullanılan renk paleti böyle bir oyun için çok uygun olmuş gerçekten.


  Ayrıca kesinlikle bahsetmem gereken bir şey daha var: oynanış süresi. Oyun sadece 4 saat sürüyor. Evet, 4 saat. Peki bu doğru bir seçim mi? Bu oyun için 4 saat yeterli mi? Daha fazla uzamalı mıydı? Eğer hikaye düzgün bir şekilde sonlansaydı belki bunu düşünebilirdim ama şu anki mevcut durumda KESİNLİKLE hayır, yeterli değil. 4 saat nedir ya? Ne güzel hikaye gidiyordu işte, 2 saat falan daha uzun olsaydı da düzgün bir finali olsaydı değil mi? Aceleniz neydi lan! Sinir oldum ya. Neyse, incelemenin sonuna gelelim artık.

Son Karar
   Evet, Firewatch birkaç paragraftır anlattığım gibi bir oyun. Peki bu oyunu almalı mısınız? Eğer macera oyunlarını seviyorsanız, Telltale'in oyunları gibi diyalog ağırlıklı hikayelerden hoşlanıyorsanız, çok güzel çevre manzaralarını izlemeye hevesliyseniz Firewatch'ı oynamanızı kesinlikle öneririm. Ama bu deneyimin sadece 4 saat süreceği ve tatmin edici bir finalle karşılaşmayacağınız gerçeğini de mutlaka göz önünde bulundurun. Özellikle PC oyuncularına ayrıca tavsiye ediyorum oyunu, çünkü Steam'de çok uygun bir fiyatı var. Ha oyuna çok hevesli değilseniz de indirimlerde falan mutlaka alın yani. Güzel oyundur sonuçta.







23 Ocak 2016 Cumartesi

League of Legends Lane Rehberi

Öncelikle hepinize merhabalar. Diğer adminimiz Hearthstone oyunu üzerinde size içerikler sunacakken (örnek bir yazısı için buyrunuz:  http://teknolahmacun.blogspot.com.tr/2014/09/hearthstone-legendary-kartlar-ve-turkce.html) ben de size LoL ile ilgili güzel içerikler sunmaya çalışacağım ve bunun yanı sıra diğer oyun incelemeleri ve diğer tür içerikleri de sizlerle buluşturacağız. Bugün sizinle  Laneler hakkında konuşmak ve yardımcı bir rehber hazırlamak istiyorum. Öncelikle lane nedir, laneler nelerdir onları konuşalım.Lane, İngilizce bir kelimedir ve Türkçe karşılığı 'koridor'dur.  League of Legends'da  3 adet lane bulunur (Sihirdar Vadisi'nde). Bu lanelerden üst tarafta olanına Top Lane (kısaca Top), ortada olana Middle Lane (kısaca Mid) ve aşağıda olana Bottom Lane (kısaca Bot) denir. Bu lanelerin yanı sıra Jungle, yani orman bulunur ve yukarı seviyelerde Jungle'da bir lane olarak kabul görülür (yaklaşık 25 level civarında). Top Lane ile başlayalım. 'Top' kelimesi 'yukarı' anlamına gelmektedir ve üstteki koridora (laneye) bu ismin verilmesinin sebebi budur. Eğer oyuna yeni başlamışsanız Top Lane'de 2 kişinin oynadığını görürsünüz ancak daha önce de belirttiğim gibi eğer 25 seviye civarındaysanız Top Lane'de 1 kişi görürsünüz ve önceden 2 kişi oynarken 1 kişiye düşmesinin sebebi diğer oyuncunun Jungle rolünü üstlenmesidir (Jungle'dan daha sonra bahsedeceğiz). Top Lane oldukça önemli bir koridordur ve görevi TF'ler ( TF Team Fight, yani takım dövüşü anlamına gelmektedir. Bu ismi almasının sebebi teke tek değilde takıma takım savaş olmasıdır. Yani 5'e 5'lik bir savaş. Oyunun erken safhası, yani herkesin yeteri kadar kasılmaya çalıştığı dönem bitince başlar ve oyunun kaderini etkiler bu savaşlar. ) başlayana dek koridorda rakibine üstünlük sağlamak, onun kasmasını engellemek, minyon keserek kasılmak (güçlenmek) ve mümkünse koridorda kuleleri keserek rakibin inhibitörünü (inhibitör ve kule gibi Sihirdar Vadisi ile ilgili kavramları başka bir yazımızda inceleyeceğiz.) patlatmaktır. Bu koridordaki oyuncu eğer başka bir koridordaki arkadaşı yardıma ihtiyaç duyuyorsa arada sırada ona yardım etme amaçlı baskınlar atabilir. TF'ler başlayınca koridorunu bırakmalı, takımına yardım etmek için takımıyla birlikte dolaşmalıdır. Bu laneye alınması gereken herolar hem hasar çıkartabilecek, hem de tank olma özelliğine sahip olabilecek herolar olmalıdır ama eğer oyuncu isterse bunun sadece hasar veya sadece tank kısmına yönelebilir. Benim tavsiyem Renekton, Garen gibi hem tank olup hem hasar verebilen heroların alınmasıdır. Şimdi Middle Lane'e gelelim. Middle Lane'de (Mid olarak bahsedeceğim bu koridorun isminden) her zaman bir oyuncu bulunur. Bu koridordaki oyuncunun görevi de Top Lane oyuncusunun görevleriyle aynıdır. Bu koridora alınması gereken herolar ani hasarı çok yüksek olan herolar olmalıdır ancak oyuncu yine de istediği gibi bir tercih yapabilir. Bottom Lane'de ise 2 oyuncu bulunur. Bunlardan biri nişancı bir şampiyonla oynanan ADC (yani Attack Damage Carry), bir diğeri ise ADC'ye yardım etme görevine sahip Support'dur. Herolar değişse dahi bu Adc ve Support'ların görevi değişmez. Bu koridordakilerin görevi de diğerleriyle aynıdır. Bir de bu koridorların tamamına yardım etmekle sorumlu Jungle, yani Ormancı vardır. Jungle, baskın yapabilecek olan bütün şampiyonlarla (herolarla) oynanabilir. Jungle, oyunda yaratıkları barındıran ormandaki canavarları öldürerek kasılmaya çalışır ve diğer koridorlardaki oyunculara yardım eder.
  Bugünlük benden bu kadar. Umarım yardımcı olmuşumdur. Herkese iyi oyunlar!



1 Ağustos 2015 Cumartesi

Oyun Koleksiyonu: Rocket League


Beklenmedik roket baş yararmış...
   Temmuz ayının başında PS Plus bedava oyunlarına baktığımda neredeyse bütün PlayStation sahipleri gibi "Yeter be Sony! Yine mi ismi bile duyulmamış oyunlar! Böyle doğru düzgün AAA oyunlar verseniz ölür müsünüz ya? Şirketiniz mi batar?" diye bağırmamak için kendimi zor tutmuştum. İsteksiz isteksiz oyunları indirmeye giderken "İlk hangisini indirsem acaba?" diye düşündüm. Sonra resminde arabalar ve futbol topu olan Rocket League'i gördüm. Aklıma yıllar, yıllar, yıllar, çok fazla yıllar önce (galiba 10-11 yıl) oynadığım Bumperball oyunu geldi. Oynamayı beceremediğim daha doğrusu... O gazla "Haa, bunu oynarım galiba..." diyerek indirdim Rocket League'i. Birkaç saat sonra internetten oyun haberlerine bakarken "Rocket League, Steam'de birinci oldu!" başlıklı bir haber gördüm. Habere tıkladığımda o oyunun benim Plus'dan indirdiğim oyun olduğunu gördüm. Ve oyunu oynamaya başladım... Zaten haftalar içinde oyunun ünü kat ve kat artmış, YouTube'da Rocket League videosu yüklemeyen çok az oyun kanalı kalmış, Twitch'de LoL'ü, Hearthstone'u, CS: GO'yu bırakıp da saatlerce Rocket League yayını yapan yayıncıların sayısı kat kat artmıştı. Bütün bunlar olurken ben saatlerce Skyrim oynamaktaydım... Yani, ilk kez Skyrim oynuyordum ve oyunu beklediğimden çok çok daha fazla sevmiştim. Skyrim beni mıknatıs gibi çekiyordu, o anda Rocket League'i falan düşünemezdim yani kimse kusura bakmasın. Konuyu bağlayamadım değil mi? Neyse Skyrim'i boşverelim, konumuz Rocket League'di. Sonuç olarak Skyrim eninde sonunda bitti ve ben sonunda doğru düzgün Rocket League oynamaya başladım. Tamam, cidden, biri çıkıp da "Arabalarla futbol oynadığımız bir oyun, yılın en iyi oyunlarından biri olacak!" deseydi inanır mıydınız? Karşınızda Rocket League!


Oyuna başlamak
   Şimdi bu Rocket League nedir? Neden bu kadar ünlü olmuştur? Yaz ayında çıktığı için. Yani ne sandınız, oyunu gidip de popüler oyunların çıktığı sonbahar aylarına koysalardı bunun onda biri kadar popüler olamazdı. Tamam tamam, konuya dönelim. Nedir bu Rocket League? Özetle halı saha büyüklüğünde bir stadyumda, maksimum 4 oyuncudan oluşan takımlarla oynanan bir araba-futbol oyunudur. Evet efendim, 8 tane arabanın bir topu kaleye sokmasını düşünün. Hem de arabanın iki katı büyüklüğünde bir topu... Şimdi dediğim gibi iki takım karşı karşıya. Mavi ve Turuncu takım. Bu takımların her biri maksimum 4 oyuncu alabiliyor. İsterseniz tamamen gerçek oyuncularla oynarsınız, isterseniz de tek başınıza botlarla oynarsınız, isterseniz yanınıza bir arkadaşınızı alıp botlara girişirsiniz veya yine birisiyle 1v1 düello yapabilirsiniz ki bu bayağı eğlenceli oluyor. Siz sormadan söylüyorum, oyun split screen desteği veriyor bu arada, o konuda sıkıntınız olmasın. Neyse, oyun modunu seçtik ve oyuna giriyoruz. Ya da girmeden önce garajımıza uğrayalım...

Resim bana ait değil. Zaten almanca bilmiyorum.

Araba modifiye etmece
   Geldik garajımıza... Garajda ne yaptığımızı tahmin etmişsinizdir, arabamızı şekillendiriyoruz. Toplamda yedi tane modifikasyon seçeneği var. Birincisi arabanın şekli. Buradan arabanın şeklini belirliyoruz. Burada birçok, birbirinden farklı seçenek var. Mesela kamyon gibi arabalar veya spor araba şeklinde arabalar falan. Benim favorim "Paladin" denen arabaydı mesela. İkincisi de arabanın desenleri. Buradan arabamızın üzerindeki deseni seçebiliyoruz. Üçüncüsü de arabanın boyaması. Mavi takım ve turuncu takım için ayrı renk seçenekleri yapıyoruz çünkü mavi takımda sadece mavi tonlarını, aynı şekilde turuncu takımda da turuncu tonlarını kullanabiliyoruz (arabanın üzerindeki deseni istediğimiz renk yapabiliyoruz o ayrı). Dördüncü seçenek ise tekerlekler. Buradan tekerlek seçiyoruz. Beşinci seçenek turbo görüntüsü. Oyundaki arabamızın turbosu var ve bu kısımdan turboyu aktif ettiğimizde oluşan görüntüyü seçiyoruz. Bu kısımda klasik kırmızı ateş, mavi neon gibi klasik seçenekler de varken konfeti, kar topu, gökkuşağı gibi değişik şeyler de var. Arkanızda konfeti bırakarak gitmek iyi olabiliyor tabii. Altıncısı biraz daha ilginç. Arabanın tepesine çeşitli şapkalar koyabiliyoruz. Bu kısımda bir sürü seçenek var. Viking şapkası, polis ışıkları, taksi tabelası gibi ilginç seçenekler mevcut. Son seçenek de arabanın anteni. Bu seçeneği kullanmazsak arabamız normal dururken bunu kullandığımızda arabanın arkasında bir anten çıkıyor ve antenin tepesine bir şey takabiliyoruz. Ülke bayrakları seçeneği mevcut olduğu için (ben dahil) çoğu oyuncu kendi ülkesinin bayrağını koyuyor ama kurukafa, veya değişik resimli bayraklar falan da var. Yani tüm seçenekler böyle. Peki bu tür modifikasyonları nasıl açıyoruz? Açıkçası oyun bunları açmamız için güzel bir yöntem bulmuş. Oyunda her maç bitirdiğimizde rastgele bir modifikasyon kazanıyoruz. Bu yeni bir araba olabilir, herhangi bir araba için boya olabilir, üstte sıraladığım her şey olabilir. Burada anahtar kelime maç "bitirmek". Maçı kazanmanız veya kaybetmeniz önemli değil, bitirseniz yeter. Bu sistemi millet oyunun ortasında çıkmasın, 10-0 yenilse bile "Bari yeni eşyamı alayım." diye maça devam etsin diye yapmışlar sanıyorum ve bayağı da iyi olmuş. Eşyaları bunun dışında elde etmenin bir yöntemi yok. Zaten eşyaların oynanışa bir etkisi de yok. Pay To Win (kazanmak için öde) sistemi tamamen sıfır. Kazandığınız arabalar, turbo çeşitleri, hiçbiri sizin daha hızlı veya daha güçlü olmanızı falan sağlamıyor. Sadece dekorasyon amaçlılar. Yani oyun tamamen yeteneğe bağlı. Böylece çok zengin ama beceriksiz bir adam, oyunu PS Plus'da bedavaya almış ve öyle her oyuna yüzlerce dolar yatıracak kadar zengin olmayan yetenekli bir adamı ezip geçemiyor. Oyun %100 yeteneğe bağlı. Ne kadar zengin olursanız olun, Rocket League'de bunun bir katkısı olmuyor. Bu bence büyük bir artı. Ama umarım oyunun yapımcıları "Zaten herkes alır ya, hayvan gibi para kazanırız" diyerek hızınızı veya gücünüzü arttıran özel faktörler falan eklemezler.


Topa vurma dersleri
   Peki, arabamızı aldık, oyun modunu seçtik, şimdi ne yapacağız? Oyunun oynanışı son derece basit. En azından gamepad ile oynarsanız çok basit. Ama eğer ki klavye ile oynamakta ısrar ediyorsanız işiniz çok zor, ben şimdiden söyleyim. Oyunda topa şut çekmek veya pas vermek için özel tuşlar yok. Yapabileceğiniz her şeyi topa çarpa çarpa yapmak zorundasınız. Geri kalan kontroller tamamen yarış oyunlarındaki gibi. Bir de turbomuz var ki turbo oyundaki kilit noktalardan biri. Sahanın üzerindeki turuncu ışıkların üzerinden geçerek turbomuzu arttırıyoruz. Turbo çok hızlı bitiyor o yüzden idareli kullanmaya ve sürekli toplamaya dikkat etmek lazım. Şunu unutmayın, %100 turbosu olan beceriksiz biri, hiç turbosu olmayan yetenekli birinden daha üstündür. Ayrıca arabamızla da zıplayabiliyoruz ki bu özellik havadan gelen topları karşılamak için olmazsa olmaz. Bu arada, zıpladıktan sonra turboya basarak ve gamepaddeki hareket tuşunu aşağı çekerek turbomuz bitene kadar havada uçabiliyoruz. Yani kontroller böyle, amaç da şu devasa topu rakibin kalesine sokmak. Eğer çoklu oyuncuyla oynuyorsanız kalede kalecilik yapması için birisini görevlendirmeniz bazen mantıklı olabiliyor. Ama herkes atağa girişse de başarılı sonuçlar elde etmek son derece mümkün tabii. Ayrıca arabamız yerçekimi kurallarını pek takmıyor genellikle. Arabamızı duvarlarda istediğimiz gibi sürebiliyoruz. Hatta birkaç saniye boyunca tavanda bile sürebiliyoruz. İşte oynanış böyle, basit ve eğlenceli. Burada basitten kastım kolay olması değil, çünkü oyunda ustalaşmak cidden zor. Basit derken sadeliğinden bahsediyorum. Öyle onlarca farklı özel güç, dev bir saha, silahlı arabalar falan yok. Sadece birkaç tane araba, dev bir top, iki tane kale ve turbolar var. Bir de bol bol eğlence... Yalnız bu sadelik bir süre sonra oyunun kendini tekrar etmesine sebep olmuyor değil. Eğer arkadaşınız varsa aylar boyunca birlikte eğlenebilirsiniz ama kendi başınıza oynadıktan sonra bir süre sonra sürekli aynı şeyi tekrar tekrar yaptığınızı düşünebiliyorsunuz. Ki öyle zaten, oyun ne kadar sade olsa da bu sadelik oyunun kendini tekrarlamasını sağlıyor. Ama bunu çok büyük bir eksi olarak görmüyorum çünkü yapımcıların bunu yeni sahalar ve yeni oyun modlarıyla falan en kısa sürede düzelteceğinden eminim.


Grafikler + Sonuç
   İncelemeyi bitirmeden önce bir de grafiklerden bahsedeyim. Oyun Unreal Engine 3 oyun motorunu kullanıyor. Eski bir oyun motoru evet, zaten teknik açıdan oyunun grafiklerinin pek de iyi olduğunu söyleyemeyiz. Ama kendine has ve göze çok güzel gelen bir görselliği var. Böyle renkli renkli, arcade havasında. Cidden iyi görünüyor. Müziklere gelecek olursam... İyi... Yani pek müzik yorumcusu sayılmam ama cidden hoş yani. Oyunun her şeyi kendine has bir güzelliğe sahip. Müzikleri, oynanışı, grafikleri falan. Her neyse, son bir karar verecek olursak, Rocket League gerçekten çok iyi bir oyun. Hangi tür oyunları seviyor olursanız olun Rocket League oynarken eğleneceğinize eminim. Oyun şu an Steam'de 31 TL. Bir günlük yemek parası. Bir gün evden yiyin, Rocket League alın. Kesinlikle değecektir. PS Plus'da ise tüm Temmuz ayı boyunca bedavaydı. Bu yazıyı 1 Ağustos günü yazıyorum ve 5 Ağustos'a kadar bedava olmaya devam edecek. PlayStation Plus sahipleri, bu oyunu şimdiye kadar almadıysanız şimdi koşun ve indirin bedavaya. Hani bu oyuna 31 TL vermemek istemeyebilirsiniz ama bedava bulmuşken indirmemeniz için HİÇBİR nedeniniz olamaz. Benden bu kadar, bir sonraki yazıda görüşürüz!

Artılar
+ Sade ve felaket eğlenceli oynanış.
+ Pay to Win'in sıfıra indirilmiş olması
+ Kendine has oyun,grafik ve müzik tarzı

Eksiler
- Çeşitlilik az (Gelişecek)
- Oynanış kendini tekrar edebiliyor

PUAN: 90